Charles Darwin, Baconcı ilkelere bağlı bir şekilde çalışmalarını gerçekleştirdiğini söylemiştir. Darwin, bununla, gözlemi önceleyen bilimsel bir metodu benimsediğini ve yaptığı tikel gözlemlerden bütünle ilgili bir teoriye vardığını ifade etmek istiyordu. (Francis Bacon’un bilimsel metodunun tam olarak ne olduğu bilim felsefesinde tartışılmıştır ama o tartışmaya burada girilmeyecektir.) Darwin’in, bilgi teorisinde (epistemolojisinde) ve bilimsel metodolojisinde gözlemi ve tümevarımı benimsediği anlaşılmaktadır; Baconcı ilkeleri takip ettiğini söyleyerek bu seçimini ifade etmek istemiştir.
Burada “gözlem”den bahsedilmişken, türlerdeki değişimle ilgili olarak doğrudan gözlenebilenin ne olduğunu tepit etmek önemlidir. Doğrudan gözlemle Darwin, hayvan yetiştiricilerinin damızlıklarla çiftleşmeyi sağlamalarıyla, türün daha verimli hayvanlarını elde edebilmeleri gibi tespitler yaptı Bu gözlemi yapay seleksiyonla ilgiliydi ama yapay seleksiyonla olan bu değişimin, uzun zaman sonucunda doğal seleksiyonla daha fazlasının olacağını düşündü.
Darwin, doğal seleksiyonun etkisini ve çevreye adaptasyonu ispinoz kuşlarının gaga şekilleriyle ilgili Galapogos adalarında yaptığı gözlemler gibi verilerle de açıkladı. Ayrıca doğal seleksiyonla ilgili olarak, pulkanatlı güvelerin bir kısmının kuşlar tarafından yenilmesine karşın renginden dolayı rahatça görülemeyen diğer bir kısmının kuşlara yem olmadıkları için varlıklarını sürdürdüğü gibi olgular, doğrudan gözlemle tespit edilmiştir. Fakat biyolojinin objesi olan canlıların kompleks yapısı ve evrimle yüz milyonlarca yıllık bir sürecin kastedilmesi sebebiyle, canlıların yeni organlarının oluşması (kanadı olmayan bir canlıda kanadın oluşması gibi veya hiç gagası olmayan bir kuş türünde gaga oluşması gibi) doğrudan gözlemle tespit edilememektedir.
Bu sadece kuşlar gibi canlılar için değil, laboratuvar ortamında daha rahatça incelenebilen canlılar için de geçerlidir. Canlıların genetiğinde oluşan değişikliklere mutasyon denir ve mutasyonlar laboratuvar ortamında, hızlı üreme avantajları gibi sebeplerle en çok sirke sineği (Drosophila) üzerinde, X ışını vermek gibi müdahaleler ile gözlemlenmiştir. Hiçbir canlının üzerinde, mutasyonlar ile ilgili deney ve gözlemler, sirke sineğindeki kadar çok yapılmamıştır.
Sirke sineğinden her yıl birçok yeni kuşak elde edilir ve bir çifti yüzlerce yavru verebilir.Sirke sineğiyle yapılan deneylerin öneminden dolayı, Evrim Teorisi’ni anlatan kitapların çoğunda sirke sineğiyle ilgili laboratuvar çalışmalarına yer verilir. Sirke sineği üzerinde yapılan deneylerde, mutasyona uğratılan sirke sineklerinin vücut ve göz renklerinin değiştiği, vücut büyüklük ve şekillerinde farklılaşma olduğu gözlemlenmiştir.
Bu değişikliklerin çok büyük çoğunluğu sirke sineğine zarar veren yapıdadır, ayrıca bu değişimlerin hiçbirinde yepyeni organların oluşması gibi olgular doğrudan gözlemlenemez. Fakat mutasyonların genlerde (genotip) oluşturduğu değişiklik ve bunun dış görünüşteki (fenotip) yansımaları bu tip deneylerle yoğun şekilde çalışılmıştır.
Linnaeus’un türleri sabit gören yaklaşımının yanlışlığı, laboratuvar ortamındaki deneylerde yapılan doğrudan gözlemlerle anlaşılmıştır. Bu gözlemler sonucunda, türlerin sabit varlıklar olmadıkları, genetiklerindeki mutasyonlar sonucunda değiştikleri, mutasyon geçiren canlılardan ortama uyum sağlayamayanların elenip ortama uyum sağlayanların yaşadığı (doğal seleksiyon süreci) gözlemlenmektedir. Fakat bir sürüngenin kanatlanıp kuşa dönüşmesi gibi olgular laboratuvar ortamında veya doğada gözlemlenemez. DNA’nın hassas yapısı, bu ölçekteki değişimlerin birkaç nesilde olmasını kaldıramadığından dolayı böylesi değişimlerle ilgili doğrudan gözlemler yapılamaz.
="background-color: white; box-sizing: border-box; color: #222222; font-family: "Open Sans", "Helvetica Neue", Helvetica, Arial, sans-serif; font-size: 16px; margin: 0px 0px 1.3em; padding: 0px;"> Eğer “gözlem” denildiğinde, bazılarının beklentisi, bir canlının bütün ayrıntılarıyla bir organı gibi yepyeni özelliklerin oluşmasının doğada veya laboratuvar ortamında gözlemlenmesiyse, böylesi gözlemlere sahip olmadığımızı bilmeliyiz. Böylesi gözlemler olmadığı için böylesi gözlemlerden hareketle yapılmış bir tümevarımın varlığından da bahsedilemez. Doğada veya laboratuvar ortamında, bir canlının ışık üretme sisteminin veya gözünün oluşumu doğrudan gözlemlenip de sonra buradan hareketle bütün canlıların tüm özelliklerinin bu şekilde oluştuğuna dair bir tümevarıma gidilmiş değildir.
Canlıların kompleks yapısı işlerin bu kadar kolay olmasını engellemektedir. Yepyeni özellikleriyle bir cinsin oluşumuna dair doğrudan bir gözlemin olmadığını, Evrim Teorisi’nin en önemli teorisyenleri de ifade ederler. Yeni bir cinsin oluşumu uzun tarihsel bir süreci gerektirdiği için bunun gözlemlenmesinin mümkün olmadığını söylerler.
Biyolojinin konusu olan canlıların kompleksliği, DNA’nın büyük değişimleri kaldıramayacak kadar hassas yapısı ve evrimsel tarihin uzunluğu gibi unsurlar biyoloji tarihiyle ilgili teoriler oluşturulurken, bahsedilen boyuttaki doğrudan gözlemlerden hareketi mümkün kılmaz. Bu sebeplerden dolayı canlıların tarihiyle ilgili alanda epistemolojik sınırlılıklarımızın neler olduğunun farkında olmalıyız.
Fakat bu, birçok fosil bulduğumuz, mevcut birçok canlının genetik ve bedensel yapılarını ayrıntılarıyla inceleyebildiğimiz günümüzde, canlılar tarihiyle ilgili teoriler üretmemizin önünde engel olmamıştır ve olmaması gerekir. Aslında, doğrudan gözlem, bilimin ilgi alanındaki birçok hususta mümkün değildir; bazen duyu organlarımızın sınırlılıkları, bazen ilgi alanındaki objenin kompleksliği veya uzun tarihsel döneme yayılması gibi sebepler gözlemle ilgili bu sınırlılıkları oluşturur.
Suyun kaynama ve donma dereceleri, kanın dolaşım sistemi ile ilgili doğrudan tikel gözlemler yapıp, daha sonra bu gözlemlerden hareketle (buna tümevarım diyebiliriz) suyun kaynama ve donma dereceleriyle ve kan dolaşım sistemimizle ilgili bilgilere ulaşabiliriz. Fakat bilimde, her zaman, doğrudan yapılmış gözlemlerden hareketle tümevarım yapılarak bilimsel bilginin elde edildiğini düşünenler varsa yanılmaktadırlar.
Örneğin fiziğin konusu olan kuarklar gibi çok küçük parçacıklar “teorik varlıklar”dır (theoretical entities) ve hiç kimse bir kuarkı (en gelişmiş mikroskoplarla bile) doğrudan gözlemleyemez. Ama fizik alanında kuarkların varlığından şüphe eden yok gibidir. Kısacası doğrudan gözlemlerin olmaması, epistemolojik bir sınırlılığa işaret etse de, bir teorinin yanlış olduğunu veya bilimsel olmadığını söylemek için yeterli sebep oluşturmaz.
Bazıları bilim felsefesinde ileri sürülmüş “tümevarım sorunu”nu gündeme getirip, buradan hareketle Evrim Teorisi’ne eleştiri getirmeye kalkışabilir. Tümevarım sorununa göre ne kadar tikel gözlem yapılırsa yapılsın, tikel gözlemlerden hareketle hiçbir zaman için bütün ile ilgili bir iddiada bulunulamaz. Bu konuda verilen meşhur örneği tekrarlamak gerekirse ne kadar beyaz kuğu gözlemlemiş olursanız olun “Bütün kuğular beyazdır” diyemezseniz, bir gün siyah bir kuğu ortaya çıkabilir.
Nitekim Avrupalılar gözlemlerine dayanarak yüz yıllarca kuğuların beyaz olduğunu düşünmüşler, bu düşünce Australya’da siyah kuğuların bulunması ile binlerce gözleme dayanan bu tümevarımsal yaklaşım yanlışlanmıştır Ayrıca tümevarımcı yaklaşım, bugün geçerli olan doğa yasalarının geçmişte aynı şekilde geçerli olduğu ve gelecekte de aynı şekilde geçerli olacağı şeklindeki düşünceye dayandığı için de eleştirilmiştir. Çünkü bu yaklaşımın kendisi zaten tümevarıma dayanmaktadır.
Diğer bir deyişle bu yaklaşım tümevarımla tümevarımı temellendirmeye çalıştığı için döngüseldir. Bilim felsefesi alanından gelebilecek bu itirazların Evrim Teorisi’nin bilimselliğine karşı ciddi bir tehdit oluşturmadığı kanaatindeyim. Bir tehditin söz konusu olduğu kabul edilirse, bu tehdit sadece Evrim Teorisi ile değil bütün bilimle ilgili olur.
Tümevarım sorunundan hareketle bilimsel bilgilerin güvenilmezliğini iddia eden biri; “Su ısıtılınca kaynar” veya “Vücudumuzdaki kanı kalp pompalar” şeklindeki, fizik veya biyoloji alanındaki doğrudan gözlemlerden hareketle yapılan tümevarımlı bilgilerin doğruluğunu da iddia edemez. Ayrıca tümevarımcı düşünce, sadece bilimsel bilginin değil güncel birçok bilginin de temelini oluşturur.
Bertrand Russell bunu şöyle ifade etmektedir: “Eğer tümevarım ilkesi çürükse, güneşin yarın doğmasını beklememiz için sebep yok, ekmeğin taştan daha besleyici olacağını beklemek için de, çatıdan kendimizi bıraktığımızda düşeceğimizi beklemek için de bir sebep yok. En iyi arkadaşımız sandığımız şeyin bize yaklaştığını gördüğümüzde, onun bedenine en büyük düşmanımızın ya da tümüyle yabancı birinin ruhunun yerleşmediğini kabul etmemiz için de bir sebep yok.
Bütün davranışlarımız, geçmişte işleyen ve bu yüzden gelecekte de işleyecek gözüyle baktığımız birliktelikler temeline dayanır ve bu olasılığın sağlamlığı tümevarımsal ilkeye bağlıdır. Bilimin, yasanın egemenliğine inanmak ya da her olayın bir nedeni olduğuna inanmak türünden genel ilkeleri de tümüyle, günlük yaşantılarımızdaki inançlar gibi tümevarımsal ilkeye bağlıdır.
Bazıları tümevarım sorunundan bilimsel bilginin güvenilmez olduğu gibi sonuçlar çıkarmak istemişler, bazıları ise tümevarım sorununu yanlışlamacılık gibi ilkelere atıf yaparak aşmaya çalışmışlardır. (Aşağıda “yanlışlamacılık” görüşü değerlendirilecektir.) Bilimsel bilgiyle elde edilen başarılar ortadayken, bilimsel bilginin güvenilmezliğine dair yaklaşımları hatalı ve aşırı şüpheciliğin ürünleri olarak değerlendiriyorum.
Evrim Teorisi’ne karşı getirilen doğrudan gözlem veya tümevarım sorunu temelli itirazları yetersiz buluyorum. Bilim felsefesinde “en iyi açıklama olarak çıkarım” (inference to the best explanation) gibi isimlerle anılan metodu benimsiyorum. Buna göre bir teorinin mevcut açıklamalar içinde en iyiyi sunması benimsenmesi için yeterli koşuldur. Mevcut durumda, canlılar tarihiyle ilgili en iyi açıklamayı Evrim Teorisi’nin sunduğunu söyleyebilirim.
[1] Wilma George, Darwin, s. 48.
[2] Charles Darwin, The Origin of Species, s. 71-100.
[3] Charles Darwin, Voyage of The Beagle, s. 288.
[4] John Maynard Smith, Evrim Kuramı, s. 180.
[5] Sylvia S. Mader, Biology, 5. Baskı, Mc Graw Hill, Boston (1996), s. 316.
[6] Ernst Mayr, Populations, Species and Evolution, Harvard University Press, Cambridge (1990), s. 279.
[7] Bertrand Russell, Felsefe Sorunları, 2. Baskı, çev: Vehbi Hacıkadiroğlu, Kabalcı Yayınevi, İstanbul (2000), s. 63-64.
[8] ‘En iyi açıklama olarak çıkarım’ gibi güncel hayatta ve bilimde kullandığımız birçok akıl yürütmenin temeli de alternatifler içinde en uygununu bulmaya dayanır. Bakınız: Peter Lipton, Inference to the Best Explanation, Routledge, Londra (2001).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder