12 Ocak 2021 Salı

Tarihçesi, psikolojisi, sosyolojisi, felsefesi, ideolojisi ve teknolojisi ile Savaş

 


Yaşam Savaşmıdır ?,Kafalarda başlatılan savaş,Kartaca yıkılmamalıdır!,Sosyal Darwinciler’de ve faşistlerde yaşam ve savaş kavramı,Savaş bir doğa yasası mıdır?,Hayvanlar dünyasında yaşam savaş mıdır?,Hayvanların evriminde otoburluk etoburluk,Yaşam çemberinde hayvanların yeri,Etoburluğa yol açan mutasyonlar,SAVAŞ AÇISINDAN İNSANLIĞIN TARİHÇESİ,OTOBURLUK ETOBURLUK AÇISINDAN İNSANIN ORGANİK EVRİMİ,İnsanın organik evrimi ve otoburluk,Kültürel evrime geçiş ve etoburluk,AVCILIK VE SAVAŞÇILIK AÇISINDAN İNSANIN KÜLTÜREL EVRİMİ,Leşyiyicilikten avcılığa,Avcılık ve toplayıcılıktan çiftçiliğe,Çiftçilikten çobanlığa,Çobanlıktan askerliğe,Talandan vergiye,Şeflikten devlete,Din adamı yönetiminden asker yönetimine,SAVAŞIN PSİKOLOJİSİ,Öfke duygusu,Acıyla koşullandırma,Korku belası,Güvensizlik duygusunun kaynakları,Ksenofobi (yabancı düşmanlığı),Hobbes paradoksu,Umarsızlık psikolojisi,Olasılık mantığı ve kumar psikolojisi,SAVAŞIN SOSYOLOJİSİ,Sınıfsız topluluklarda savaşın tohumları,Sınıflı toplumlarda savaşın kurumlaşması,Bir savaş makinesi olarak devlet,SAVAŞIN FELSEFESİ,Üstinsanın gelişinin aracı olarak savaş,Yaşam savaştır felsefesinin yargılanması,SAVAŞ İDEOLOJİLERİ,Aztekler’de yaşamı kurtarmanın aracı olarak savaş,Masailerde savaşın nedeni olarak demirciler,İslam’da “Hak” dinin yayılmasının aracı olarak savaş,Batı emperyalizminde “beyaz adamın yükü” olarak savaş,SAVAŞ TEKNOLOJİLERİ,Savaşlar buluşları kamçılar mı?,Teknoloji her zaman mutluluk sağlar mı?,Savaşın kâr-zarar hesabı,Savaşların ve savaş teknolojilerinin tarihteki önemi,İki tarih yaklaşımı,Çift odaklı insanlık tarihi,Sapiens’le Neanderthalensis savaştı mı?,Savaş teknolojisi ile üretim teknolojisinin etkileşimi,Savaşın kirli mirasının arındırılması,Savaş teknolojisinin gelişiminin kronolojik özeti ve Dünya tarihinde kimi savaşlardaki insan kayıpları Hakkındaki araştırmamızı tamamını okumanızı bilgievlerim olarak tavsiye ediyoruz...!

Yaşam bir savaş değildir. Savaş bir doğa yasası, hiç değildir. Savaş insanlığın kültürel evriminin belli bir noktasında ortaya çıkmıştır, belli koşulların ürünüdür. Söz konusu koşulların değişmesiyle savaş da insanlığın yakasını bırakacaktır. Daha doğrusu, insanlık savaşı başından atacaktır. Sınıflı toplumu ve devleti de. Belki onlarla birlikte, belki onlardan önce, belki onlardan sonra. Bu, koşullara bağlı.


Yaşam Savaşmıdır?

UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü) bilindiği gibi, !kinci Dünya Savaşı ertesinde (16. 11. 1945’de) kurulmuştu. Sözleşmesinin hemen başında şunlar söylenmektedir: “Savaşlar insanların kafasında başlar. Öyleyse, barışın savunma siperlerinin de insanların kafalarında kurulması gerekir.”

Kafalarda başlatılan savaş

Yukarıdaki söz “görece” doğrudur. 1-2 düzeltmeyle gerçekliği yansıtabilir, ama bu durumda bile gerçekliğin ancak “bir” yüzünü yansıtacaktır. Bir kez, savaş insanların kafalarında (birbirlerinden bağımsız) başlamamakta, (birilerince) başlatılmaktadır. Savaşa karar veren (uluslar değil) sınıflar, kesimler, kadrolar, yöneticiler, savaşı önce “yönetilen insanların” kafalarında açmaktadırlar. Savaş kavramını, gerek gördüklerinde, düşünceden eyleme geçirecekleri zamana dek beslemektedirler. Onu, ideoloji, eğitim, medya, propaganda kurumlarıyla, kuşaktan kuşağa geçirip sürdürmektedirler.

Gerçeğin bir yüzü budur. Öteki yüzüne bakarsanız “savaş insanların kafalarında başlar” yargısının, gerçekliği pek de yansıtmadığı görülür. Hatta bu yargının idealist felsefenin ürünü olduğu söylenebilir. Çünkü altında, düşüncenin olguyu yarattığı inancı yatmaktadır. Gerçeklikte bunun tersi geçerlidir. Savaş insanların kafalarında değil, midelerinde başlar. Daha doğrusu, savaş değil, savaşa dönüşebilen (ya da dönüşmeyebilen) savaşım, insanların midelerinde başlar. Yatıştırılamayınca, kafalarına yansır.

Öte yandan hayvanlardan farklı olarak insanlar, nesneler dünyası yanı sıra (kafalarında) bir simgeler dünyasında da yaşamaktadırlar. Nesneler dünyası ile ilgili eylemleri, önce simgeler dünyasında (karar alma süreciyle) başlar. Bu açıdan bakılınca da denebilir ki, insanlar kafalarında simgelerle sevişir, simgelerle savaşırlar. İnsanların bu niteliği, ileride ele alacağımız savaş ideolojilerinin tohumlarının ekileceği verimli bir toprak oluşturur. Bu açıdan bakılınca, savaşların kafalarda başladığı yorumu pek de yanlış görünmez.

Kartaca yıkılmamalıdır!

Romalı devlet adamı ve sensor (sansür görevlisi) Caton “Delenda est Carthago!” sözüyle tarihe geçmiştir. Caton, Roma’nın Akdeniz emperyalizmi yolunda Kartaca ile giriştiği (ve kazandığı) iki Pön Savaşı’nı haklı bulmuştu. İki yenilgiye karşın Kartaca’nın kendini toparladığını görünce, art arda alarma basmıştır: Roma’nın o günlerde gündemi ne olursa olsun, yerli yersiz kalkıp ”Kartaca yıkılmalıdır !., diye bağırmıştır. Romalılar’ı 3. Pön Savaşı’na kışkırtmıştır. Sonunda (MÖ 149’da) Roma ( Caton’un isteğine uygun olarak) Kartaca’yı 3. kez yenilgiye uğratıp kenti yıkmıştır. Kartaca halkını tutsak alıp köle olarak satmıştır. Hatta tarihçilere göre, Roma bununla da yetinmemiştir, kentin topraklarını (tarım yapılamasın diye) tuz ekip sürdürtmüştür.

İnsanlık, tarih boyunca benzeri durumlara tanık oldu. Son olarak (sonuncu olmasını umutsuzca umarak) 3. binyılın başında Batılı emperyalist devletlerin “Irak yıkılmalıdır!” çığırtkanlıklarına tanık olduk. Engelleyemedik, olanlar oldu. Benzeri yıkımların ileride de olmaması gerekir. Bu, yaratacağımız, hiç değilse, etkileyip yönlendirebileceğimiz tarihsel, toplumsal, ekonomik, siyasal, düşünsel koşullara bağlı. Bu yolda bize düşen sorumluluklardan biri, onların (kim onlar?) her fırsatta yaptıkları savaş çığırtkanlıklarına yanıt vermektir, onlara her fırsatta karşı çıkmaktır. İlk adımımız, kafalarda beslenen, yaşamın bir savaş olduğu düşüncesini yıkmaya çalışmak olacaktır.

Sosyal Darwinciler’de ve faşistlerde yaşam ve savaş kavramı

Bilindiği gibi, Charles Darwin, Türlerin Kökeni (1859) adlı yapıtında evrim kuramını ileri sürmüştü. Organik evrimin düzeneklerinden biri olarak “yaşar kalma savaşımı” (struggle for survival) kavramını ortaya atmıştı. Sosyal Darwinciler bunu “yaşam savaşı” biçiminde algılamışlardır. Böyle algılayıp insana, topluma, tarihe uyarlamışlardır (1).

İngiliz filozofu Herbert Spencer (1820-1903), Amerikan toplumbilimcisi William Graham Sumner (1840-1910) gibi Sosyal Darwinciler, Darwin’in türlerin evrimi ile ilgili (yaşarkalma, doğal ayıklanma gibi) görüşlerini insan ırklarına, toplumlara, uluslara uyarladılar. Toplumları yaşayan organizmalar sayan Sosyal Darwinciler arasından (ırkçılar gibi) tarihi bu organizmaların savaş alanı olarak görenler çıktı. ABD’nin Küba’da İspanya ile giriştiği savaşta bir İspanyol’u kendi elleriyle “bir tavşan gibi” boğazladığını söyleyerek övünen Theodore Roosevelt (1855-1919) (2) onlardan biriydi. Sosyal Darwincilikten esinlenen asker kökenli bir ırkçıydı. “Tarihte tüm büyük efendi ırklar savaşçı ırklar olmuşlardır”; “‘Oğlumu Asker Olması İçin Yetiştirmedim’ şarkısını okuyan kadın Doğu haremine aittir, Birleşik Devletler’e değil”; “Büyük uluslar yayılmaktan, büyüklüklerinin sonu geldiği zaman korkarlar” gibi düşüncelerin savunucusu oldu. Bu kafada biri (belki bu kafasından dolayı) 1900’de ABD Başkan Yardımcısı seçilmişti (3).

Böyle bir felsefe ve Sosyal Darwinci dünya görüşü, acı meyvelerini faşistlerin ve Naziler’in politikalarında ve eylemlerinde vermiştir. Gerçekten, Mussolini İtalyan Ansiklopedisi kaynağı için (l 932’de) yazdığı “Faşizm” maddesinde, savaş ve barış hakkında şunları söylemektedir:

“(Faşizm)… yaşamı bir savaşım olarak anlar … sürekli barışın yararına ve olanağına inanmaz … barışçılığı reddeder. Tüm insan enerjisini en yüksek gerilime yalnız savaş eriştirir ve kendisini karşılayacak kadar erdeme sahip olan uluslara soyluluk damgasını o vurur. Başka bütün deneyler yalancıktandır; hiçbiri_ savaştaki gibi, insanı yaşam-ölüm ikileminde [olduğu gibi] kendi kendisinin karşısına koymaz … Faşizm için İmparatorluk [emperyalizm!] yani ulusların yayılması eğilimi bir canlılık belirtisidir, tersi kokuşma işaretidir.” ( 4)

Görüldüğü gibi Mussolini’nin savaşımdan anladığı, savaştır. Ve savaş emperyalizmin bir gereğidir. Hitler de benzeri düşüncelere sahip olmuştu. Ona göre dünya gelecekte büyük savaşımlara sahne olacaktı. Dünya ondan sonra “doğa yasaları” [yani orman yasası] ile yönetilecekti. Zaten insanlık “sürekli bir savaşım” içinde gelişmişti. Sürekli barış ise “insanlığın ölümü” dernekti. Çünkü “anayasası savaşım olan bu dünyada savaşımdan kaçan kimsenin yaşamaya hakkı yok” idi. Hitler de bu sözleriyle ve “kural: yaşamak isteyen kavga etmelidir·· (5) gibi düşüncelerle Mussolini’nin ulaştığı sonuca ulaşıyordu: “Yaşam savaştır.”

Hitler, yaşamı savaş olarak gören dünya görüşünü ve bu yolda vereceği kavgasının amacını daha 1924’de açıkça bildirmişti. Cezasını çekerken Hess’e dikte ettiği Kavgam yapıtında şunları yazdırmıştı:

“Şurası muhakkak ki, ilk insan, uygarlığı, ehlileştirilmiş hayvanlardan çok basit ırklara mensup insanları kullanması sayesinde meydana getirmişti. Zayıf ırkların [savaşla] köle haline sokulmalarından sonra bu durum hayvanların başına geldi … sabanının önüne önce zayıf ırk koşuldu. Daha sonra at insanın yerini aldı. Bu olayı insanlık bakımından adi bir şey kabul etmek ancak deli barışçıların işidir.” (6)

Savaş bir doğa yasası mıdır?

“Yaşam savaştır” sözü, savaşın canlılar arasında doğal ve kaçınılmaz bir ilişki olduğu anlamına gelir. Başka bir deyişle, bu anlayışa göre savaş bir doğa yasasıdır. Oysa özgül anlamıyla savaş, insan topluluklarının, başka yollarla ulaşamadıkları (ya da barışçı yollarla ulaşmak istemedikleri) amaçlarına ulaşmak için, karşılarında engel olarak gördükleri topluluklara, topraklarını, mallarını ve canlarını ele geçirmekten yok etmeye dek varabilen örgütlü şiddet yoluyla istençlerini (iradelerini) dayatarak (boyun eğdirerek) ulaşma yolunda kurumlaşmış bir tutumdur.

Bu anlamıyla ne bitkiler ne de hayvanlar dünyasında savaştan söz edilebilir. Dolayısıyla, genel olarak, yaşamın bir savaş olduğu söylenemez. İnsanlar dünyasında bile, bir topluluk içinde insanların birbirlerini yaralayıp öldürmeye varabilen (kavga denmesi gereken) ilişkileri savaş değildir. Topluluklar arasında, kalıcı olmayan sorunlardan patlak verip, kurumlarla değil, geçici örgütlenmelerle yürütülen kavgaların savaş olduğu söylenemez. Söz konusu toplulukların eli silah tutan tüm üyelerini kapsasa bile, bu tür çatışmaların savaş sayılmaması gerekir. Çünkü savaş “kurumlaşmış” bir insan ilişkisidir. Ve savaşçı ilişkiler, ileride açıklanacağı gibi, eşitlikçi ilkel topluluklardan çok sınıflı uygar toplumlara özgüdür.

“Yaşam savaştır” sözü ile özgül anlamıyla savaş değil “savaşım” ya da (ve de) “kavga” amaçlanıyor olabilir. Bu anlamda bile yaşamın bir savaş, bir savaşım, bir kavga olduğu gibi akla yatkın görünen yargı, bakalım gerçekliği (doğru) yansıtmakta mıdır? Bunu anlamanın yolu, söz konusu yargının (varsayımın) tarihsel ve güncel olguların sınavından (testten) geçirilmesidir.

Hayvanlar dünyasında yaşam savaş mıdır?

Bitkiler dünyasında yaşamın savaş olup olmadığını sormak bile saçmalıktır. Bitkiler arasında Darwinci anlamıyla “yaşarkalma yarışı” ya da “yaşarkalma savaşımı” bulunduğu sözleri mecazi (alegorik, benzetmeci) deyişlerdir. Başka bir deyişle, gerçekliği (doğru) yansıtma amacının ürünü olmaktan çok, edebi (güzel!) söyleyişlerdir. Çünkü “yarışma” ya da “yaşarkalma” (survival, yaşamda kalma) da bilinçli, erekli davranışlardır. Dolayısıyla ancak erek üretecek düzeyde organsal farklılaşmaya uğramış (bozmaddesi oluşmuş, gelişmiş beyinli) hayvanlarda görülür.

“Öyleyse Serengeti savanalarında yaşam savaş mıdır?” Belgesellerde yansıtıldığına göre öyle görünüyor. Buradan tutturularak ve tarih kitaplarının sayfalarım dolduran olaylar anımsatılarak bir genelleme yapılıyor. Yaşamın (insanları da içererek tüm canlılar için) bir savaş olduğu sonucuna ulaşılıyor. Bu sonuca dayandırılan bir dünya görüşü, sıradan (daha doğrusu sıradanlaştırılmış) insanların aklına ters düşmüyor. Onların kişisel ve toplumsal yaşam deneyimleriyle çakışıyor. Hatta düşçü değil gerçekçi bir tutum olarak görünüp insanların hoşlarına gidebiliyor.

Bilim, insanların günlük deneyimlerine uymayabilen, olguların genelinde ve derininde yatan gerçekleri (neden-sonuç ilişkilerini) ortaya çıkartır (7). Kuşaklar boyunca insanlara düz bir tepsi gibi görünen yeryüzünün top gibi yuvarlak olduğunun ortaya konması, bunun güzel bir örneğidir. Hayvanlar dünyasıyla ilgili gözlem, deneyim ve bilgilerimizden farklı olarak onlar hakkındaki bilimsel bilgilerde de durum böyledir. Hayvanlar dünyasında (bile) yaşam Sosyal Darwinci dünya görüşünde ileri sürüldüğü gibi değildir. Ucuz felsefelerde formülleştirilen, sıradan “halk felsefesi” diyebileceğimiz görüşlerde benimsendiği gibi yaşam savaş değildir. İnsanlar dünyasında, Hitler’in Kavgam yapıtında dediği gibi insan hayvan ayırt edilmeksizin “dünya en uygun olanın yaşadığı ve en güçlünün hükmettiği bir yabanlar ormanı” (8) değildir. Hele insanlar dünyasında bir yaratığın başka bir yaratığı yiyerek yaşadığı. güçsüzün ölümünün güçlünün yaşamı anlamına geldiği bir arena hiç değildir.

Ya hayvanlar dünyası genelinde yaşamın, Serengeti belgeselinde aslan-ceylan ilişkisinde örneklendirildiği gibi “amansız bir savaş olduğu” görüşü bilimsel bir gerçeği yansıtmakta mıdır?

Bunun böyle olmadığı (genel, evrensel, değişmez bir gerçek, bir doğa yasası oluşturmadığı) canlılar dünyasına bir bütün olarak bakıldığında anlaşılacaktır. Genel gerçek ancak bilimsel bir yaklaşımla (organik evrim sonucunda) çokhücreli hayvan türlerinin çıkış koşullarına bakılınca görülebilir. Bu gerçek, günümüzde, canlılar dünyasında yaşam çemberinin dönüşünde hayvanların konumuna bakılınca da anlaşılabilir.

Hayvanların evriminde otoburluk etoburluk

Yaşam, yeryüzünde, zamanımızdan 3-4 milyar yıl kadar önce, tekhücreli canlılar olan bakterilerle başlamıştır. Bazı tekhücrelilerin evrimiyle gelişen çokhücrelilerden bazıları ise, zamanımızdan 1-2 milyar yıl kadar önce yaşamlarını fotosentezle sürdüren bitkiler biçimini almıştır (9). Bu tarihlerde yeryüzünde henüz hayvanlar yoktu. Çünkü atmosferde yeterli serbest oksijen bulunmamaktaydı. Bitkiler yapılarına aldıkları karbondioksit ve sudan, güneş ışınlarının katalizörlüğü (fotosentez) ile şeker (karbonhidrat) oluştururken bu tepkime sonucunda serbest oksijen açığa çıkmaktaydı:

Güneş ışınları+ C02+ H20 -> C2 (H20)x ve 02

Bitkilerin çoğalıp yeryüzünü kaplaması boyunca milyonlarca yıl süren fotosentez süreçleri sonucunda açığa çıkardıkları serbest oksijen atmosferde birikti. Serbest oksijen oranı canlıların hayvan formlarını alabileceği düzeye ulaşınca, hayvanlar, zamanımızdan 1 milyon yıl kadar önce yeryüzünde göründüler. Hayvanlar, bilindiği gibi, yaşam enerjilerini bitkilerden sağlanabilen şekeri oksijenle yakarak elde ederler:

C2 (H20)x + 02 -> enerji + H20 + C02

Bu tepkime sonucunda, formülde görüldüğü gibi, su ve karbondioksit açığa çıkar. Bunun konumuz bakımından anlamı, hayvanların doğa yasalarına uygun olarak bitkilerle beslenebilmesidir. Başka bir deyişle, yaşamlarını sürdürmek için öteki hayvanları yemek zorunda olmamalarıdır. Böyle bir genel zorunluluğun olmadığı (bu yolda doğa yasasının bulunmadığı), yaşam çemberinden de anlaşılabilir:

Yaşam çemberinde hayvanların yeri

Görüldüğü ve bilindiği gibi, bitkiler fotosentez sonunda oksijen açığa çıkarmaktadırlar. Hayvanlar, bitkilerden elde edebilecekleri şekeri (karbonhidratları) oksijenle yakarak enerjilerini sağlarken havaya karbondioksit salmaktadırlar. Bitkiler, havadan sağlayabildikleri karbondioksit ile yerden sağladıkları suyu, güneş ışınlarının etkisiyle sentezlerken şeker oluşturup oksijen salmaktadırlar. Böylece yeryüzündeki yaşam döngüsü tamamlanmış olmaktadır. Bunun anlamı ise, yaşam çemberinin dönmesi için de, hayvanların, besinlerini ve enerjilerini (şekeri) öteki hayvanları yiyip sindirerek sağlamaları zorunluluğunun bulunmamasıdır.

Doğanın genel gerçeği (doğa yasası) budur. Ama biz havada, karada, suda bazı hayvanların öteki hayvanları avlayarak beslenip yaşamlarını sürdürdüklerini de görüyoruz. Bu doğaya, doğa yasalarına aykırı bir durum mu? Hayır, doğanın özel koşullarda ve yaşamın bazı alanlarında geçerli özel yasasıdır. Nedir bu özel koşullar?

Etoburluğa yol açan mutasyonlar

Etçil denen hayvanlara bakın: Hepsinde avlarını yakalayıp, yiyip sindirecek (pençe, gaga, diş gibi) organlar gelişmiştir. Görünürdeki gerçek, bu organların avlanmalarını ve beslenmelerini sağlama amacına yönelik olarak geliştiğidir. Bu anlayışın dinsel biçimi, yaradanın onlara, beslenmelerini sağlamak amacıyla bu organları bağışladığı inancıdır. Başka bir deyişle, yaratıcının her bir canlının beslenmesi (nasibi) için bir başka canlı yaratmış olmasıdır. Böylece yaradan, bitkileri hayvanların beslenmesi için, hayvanları insanların beslenmesi (insanlarca avlanması) için yaratmıştır. “Ya insanları, onlarla hem canlıyken hem öldükten sonra beslenen virüsler, bakteriler (mikroplar) için mi yarattı?”

Bir hayvanın beslenmesi ve yaşaması için bir başka hayvanın ölmesi gerekliyse, zorunluysa, “yaşam savaşı” gibi kavramlar, “yaşam savaştır” gibi yargılar bize doğru gelebilir. Oysa bu yargılar bilimsel düzeyde doğrular değildir. “İnsanlar mikropların beslenmesi için mi yaratıldı?” sorusu, söz konusu yargının genel doğruları yansıtmadığı yolunda aklımızı başımıza getirmeli. Yaradanın insanları mikropları beslemek “amacı” ile yarattığını aklı başında kim ileri sürebilir?

Sorun “amaç” kavramında düğümlenmektedir. Organik evrim, “giderek daha yetkin canlı formlarına ulaşma amacı” yönünde bir gelişme değildir. Evrim kuramında ileri sürülüp, genetik biliminde gösterildiği, biyoteknolojide kanıtlandığı gibi, genlerde “mutasyon” denen nedensel değişikliklerin ürünüdür. Bilindiği gibi, bir mutasyon, bir canlıda, canlının mutasyona uğrayan genin denetlediği organında ya da bir biyokimyasal işlevinde değişmeye yol açar. Söz konusu değişiklik, kırk yılda bir bile olsa o canlının yararına sonuçlar verirse, o gen ve o genin denetlediği organ, işlev, o canlının üremesiyle soylarına geçer, zamanla o canlının topluluğuna (popülasyona) yayılır.

Boynuz örneğini ele alalım: Boynuzsuz ya da küt boynuzlu bir canlı türünde bir mutasyon sivri boynuz yol açtı diyelim. Olanlar, olacaklar nedir bakalım: Nedensel mutasyon önce gelir. Canlı, o mutasyonun kazandırdığı organını, sınama ve yanılma yoluyla, amaçlı kullanmayı sonradan öğrenir. Canlının davranışı değişir. Kuşaklar boyu süren bu değişiklik, söz konusu canlının söz konusu (değişen) organıyla bağıntılı öteki organlarında, o organla etkileşimine uyum sağlayan yeni değişikliklere (mutasyonlara) yol açabilir.

Sonuç olarak, ben diyorum ki, bazı hayvanlarda oluşan mutasyonlar, onlara saplanıcı, parçalayıcı organlar, söz gelimi diş, pençe gibi silahlar kazandırmıştır. Bu organların sağladığı olanakları zamanla kavrayan hayvanlar, besinlerini, bitkiler yerine öteki hayvanlardan sağlama yoluna girmişlerdir. Öteki organları da buna göre değişme (uyarlanma) göstermiştir. Örneğin otçullarda görülen, güç sindirilen bitkisel besinlerin özümlenmesi için gelişmiş uzun incebağırsakların yerini, etçillerde kısa bağırsaklar almıştır. Bu ve benzeri değişikliklerle o hayvan, etle beslenmeye uyarlanıp, bitkilerle beslenmede zorlanan bir fizyolojiye sahip olmuştur. Bu gerçekten konumuz adına çıkarsanabilecek sonuç, kartalın avcı, güvercinin av konumunu Tanrının yazgısına, doğanın “yaşam savaşı” yasasına değil gagalarının, pençelerinin iriliklerini, farklılığını sağlayan mutasyonlarına borçlu olduklarıdır.

SAVAŞ AÇISINDAN İNSANLIĞIN TARİHÇESİ

Savaşı insanlık tarihi içine oturtabilmek için insanlık tarihine hızla göz atmak gerekir. Bunu kuşkusuz ancak savaş ile ilgili olguları seçip sıralayarak yapabiliriz. Bu bize aynı zamanda savaş olgusunu tarihsel bir perspektif içerisinde değerlendirebilme olanağı sunacaktır.

OTOBURLUK ETOBURLUK AÇISINDAN İNSANIN ORGANİK EVRİMİ

Etçil hayvanlar gibi avlanmaya yarayan organlara sahip olmayan insanların (otoburlukları yanı sıra) etobur olmaları neyle açıklanabilir? İnsanların etobur davranışları, özetlediğim evrim şemasına uygun düşmeyen “acayip” bir durum göstermektedir. İncebağırsaklarının aynı irilikte etçillerinki gibi kısa (5 metre kadar) olmayıp, uzunluğu (10 metreyi aşması) bu acayipliği pekiştirmektedir. Bunlara bir de, körbağırsağın nasıl açıklanacağı eklenince, durum kördüğüm olmaktadır.

Bu, gene de açıklanamayacak bir durum değildir. İnsanların fırlak kazık dişler, hançer biçimli pençeler gibi doğal silahları yoktur. Ama bu organlara benzer araçlar yapmış, el baltası, mızrak gibi yapay silahlar geliştirmişlerdir. Dolayısıyla etoburlukları, organik evrimlerine değil, kültürel evrimlerine dayanmaktadır. Tüm bu bilgilerin konumuzla ilgisi ne? Konumuzla ilgisi, insanların savaşçılık geleneklerinin doğaya, organik evrimlerine değil, kültürel evrimlerine dayandığını göstermesidir. İnsanların savaşçılıklarının köklerinin, yaşadıkları avcılık ve toplayıcılık dönemine dayanmasıdır. Savaş olgusunu tarihsel perspektif içinde kavrayabilmek için, onları araç yapma (kültürel evrim) noktasına getiren organik evrimlerine (özetle) bakılmalı. Sonra onları bu noktadan alıp, dünya savaşlarına götüren kültürel evrimleri üzerinde (yeterince) durulmalı.

İnsanın organik evrimi ve otoburluk

Fosilbilimin ipuçlarına göre, bugün için, insanın en uzak hayvan atasının ağaçsivrifaresi adı verilen bir kemirgen türü olduğu varsayılıyor. Orman tabanındaki yumuşakçalarla beslenen bu canlı, 70 milyon yıl kadar önce ağaçların üzerinde yaşamaya başlamış. Ağaç yaşamında geçirdiği 50 milyon yıl kadar süren evrimi sonucunda otobur bir maymun olarak ağaçtan savana yaşamına inmiş. Ramapithecus adı verilen, zamanımızdan 15 milyon yıl kadar önce görülen bu canlı ya da ona benzer bir tür (Şivapithehus) savanada etçillere karşı kendini savunma yollarını aramış. Bir “insanımsı” (hominoid) sayılan bu tür, zamanımızdan 5 milyon yıl kadar önce başka bir türe evrilmiş. Arada sırada dikilen, doğada nesneleri araç olarak kullanabilen, “insansı” denen kuyruksuz maymun cinsinin türlerine dönüşmüş. Üç milyon yıl önce dikilmesi sonucunda özgür kalan elleriyle araç yapmaya başladığı anlaşılıyor. Bu ender canlının fosillerine verilen ad Homo (insan) cinsi. Homo cinsinin ilk türü; 2,5 milyon yıl kadar önce görülen Homo habilis. Çağdaş tipte insana varan evrimin bir sonraki basamağında (2 milyon yıl önce) Homo erectus var. Bir milyon yıl önce ise, bugünkü insan türünün arkaik tipi Homo sapiens görünür.

Kültürel evrime geçiş ve etoburluk

Tüm bu evrim süreçlerinde konumuz bakımından önemli gelişmelerden biri şudur: Canlılar arasında 1 milyar yıl kadar önce görülen cinsel yolla üremenin beş milyon yıl kadar önce belirginleşen bir yan ürünü olarak, erkeğin dişiden daha iri olması. !kincisi, yakın hayvan atalarımızın savana koşullarında yırtıcı hayvanlara karşı kendilerini savunma sorunu. Bunun için el baltası, mızrak gibi araçlar geliştirmiş olmalılar; bunlar ileride av silahı, daha sonra savaş silahı olarak kullanılacak araçlara dönüşeceklerdir. Üçüncüsü, yırtıcı hayvanların bıraktıkları leşlerle beslenmek zorunda kalmış olmaları olasılığı. Otobur fizyolojisiyle avlanmaya başlamaları, etin tadını alacakları böyle bir geçiş evresi varsayımını gerektirmektedir. Olasılıkla, etçillere karşı savunma araçlarını gittikçe geliştirmişlerdir. Öyle ki bir gün kendilerini, savunma konumundan, örgütlü takım yapıları sayesinde saldırıya geçebilecek güçte görmüşlerdir.

AVCILIK VE SAVAŞÇILIK AÇISINDAN İNSANIN KÜLTÜREL EVRİMİ

İlk insan topluluklarını (bıraktıkları fosillere ve araçlara bakarak) avcı ve toplayıcı bir yaşam biçimi geliştirmiş canlılar olarak görürüz. İnsan artık, yırtıcı bir hayvan olma yolundadır. Bu yolda doğanın (organik evrimin) esirgediği organların işlevini gören araçlarla, eksiğini tamamlamıştır. Buradan çıkarılacak sonuç şudur: İnsanın avcı olması, av geleneğinin kendi türünden canlılara yöneltilmesiyle (ilerde) savaşçı olarak görünmesi, bir doğa yasasının ürünü değildir. Avcılığı, değişen yaşam koşullarına göre oluşan kültürel evrimin sonucudur.

Leşyiyicilikten avcılığa

İnsanın ilk araçlarının (el baltası ve sivri sopa) aynı zamanda ilk av silahlarına, giderek savaş araçlarına dönüşeceğini belirtmiştim. İlk insan topluluklarının savunma silahlarını geliştire geliştire kendilerini saldırıya geçebilecek konumda buldukları da belirtilmişti. Böylece insan (aç kaldığında bile olsa), leş yerine hayvanları avlayarak taze ve bol et yeme yoluna girmiş görünür.

İnsanın geçimini sağlama yolunda, toplayıcılık yanı sıra avcılık önem kazanınca, ortaya avcı ve toplayıcı yaşam biçimi çıktı. Cinsel farklılaşmanın uzantısı olan bir olguyla, kadınlar toplayıcılıkta kalırken erkekler avcılığı üstlenmişlerdir. Bu, erkeklerin fizik güçlerine bir de silah gücünü eklemiştir. Ayrıca, toplayıcılıktan farklı olarak avcılık, kolektif bir etkinliktir. Yukarı Paleolitik uzman avcılık döneminde ise koşullar iri, otobur memeli avında uzmanlaşmayı, planlamayı, eşgüdümünü, dolayısıyla önderliği gerektirmiştir. Ancak, bu noktada önderlik avla sınırlıdır. İleride (savaş gibi) av dışı alanlara yayılacaktır. Bu yoldaki gelişmeler, erkek cinsin kültürel evrimine, dolayısıyla kültürel geleneğine, örgütlenme ve önderlik avantajını eklemiştir. Bunlar, ileride örgütlü, önderli kavgalar olan savaşa Yaracak yönde atılmış ilk adımlar sayılabilir. Savaşın erkek işi olmasının kökleri bu olgulara dayanır.

Avcı bir topluluk için, beslendiği hayvanların (hele kıtlık durumlarında) bir yırtıcı ya da başka bir topluluk tarafından avlanmasının pek farkı yoktur. Avcı topluluklar (çağdaş ilkellerde kafatası avcılığının gösterdiği gibi) başka topluluğun insanlarını da avlanacak yırtıcı hayvanlar gibi görmeye eğilimlidir.

Avcılık ve toplayıcılıktan çiftçiliğe

Son Buzul Çağı’nı sona erdiren koşullar, iri otobur memeli sürülerinin çoğunu vurdu, yok etti. Kalanların buzullarla birlikte kuzey enlemlerine çekilmesine yol açtı. Onlardan günümüze Laplar, Eskimolar, Yakutlar gibi, sürülerle birlikte kuzeye göçmüş olan halklar kaldı. Kuzeyde, göçmeyen Avrasya toplulukları toplayıcılık ağırlıklı eski yaşam biçimlerine dönmüş görünürler. Daha kurak koşullar içinde kalan Ortadoğu toplulukları ise, geçim yolunu değiştirmişlerdir. Geçimlerini bölgenin yayılım gösteren yabanıl tahıllarını devşirmeye bağlamışlardır.

Geleneksel olarak bitkisel besin toplayıcılığını üstlenen kadınlar (zamanımızdan 10-15 binyıl kadar önce) yabanıl tahıl devşiriciliğinde uzmanlaşmışlardır. Yabanıl tahılları sulama, çapalama derken, onları uygun yerlere ekmeye başlamışlardır. Böylece insanlığı, toplayıcılıktan üreticiliğe geçirmişlerdir.

Üretim, ekilen toprakların yanında yerleşmeyi (köyleri) getirmiştir. Bitkisel besin üretiminde başrolü kadınlar oynamışlardır. Erkekler, tarımla gelen sap saman gibi artıkların sağladığı olanakla hayvanları evcilleştirmişlerdir. Bunu, gelişigüzel avlanmaktan vazgeçerek başarmışlardır. Onları ağıllarda, ahırlarda besleyip, canları istediklerinde (acıktıklarında) “avlamak” için kendilerine tutsak etmişlerdir. Özetle, köylerde, kadınlar elde çapa çiftçilik, erkekler (bugünkü gibi) elde sopa çobanlık yapmışlardır.

Tarlaya dönüştürmek için emek dökülen, emekle sürülüp ekilen topraklara av alanlarından daha çok sahip çıkılacaktır. Tarlalara ya da tarla ürünlerine yönelik (avcılarca ya da öteki çiftçilerce) bir saldırıya karşı onları (köyleri) “savunmak” (silah onlarda olduğuna göre) erkeklere düşecektir. Hayvanları avlamakta kullandıkları silahlarını ve bilgilerini insanları avlama yolunda kullanmakta duraksamayacaklardır. Buna karşılık kadınların, değil silaha sahip olması, silahlara dokunmaları bile (çağımızın bazı ilkel topluluklarında da görüldüğü gibi) tabu sayılacaktır.

Çiftçilikten çobanlığa

Bitkisel ve hayvansal besin üretiminin birlikte yürütüldüğü çiftçi yaşam biçimi, avcılıktan daha yorucudur. Ancak, gerek tahıllar gerek canlı hayvanlar, insanlara gelecek güvencesi sunmaktadır. Bu nedenle olsa gerek, yerleşik çiftçi yaşam biçimi hızla yayılır; tarıma uygun yabanıl tahıl bölgesini ve çiftçiliğe en uygun toprakların bulunduğu bölgeleri aşar. Ortadoğu’nun çiftçiliğe en uygun bölgesinin güneyinde çöller, kuzeyinde bozkırlar vardır. Güneydeki çöller, zamanın tarım aracı olan çapayla işlenmeye uygun (gevşek) topraklardır. Ancak buralarda yağış yetersizdir. Kuzeydeki bozkırlarda yağış bol, ama toprak elverişsizdir; otlarla, köklerle kaplı olup, çapayla işlenemeyecek denli sıkıdır. Ama her iki bölgede de hayvansal besin üretimine uygun uçsuz bucaksız otlaklar (bozkırlar) uzanmaktadır.

Buralardaki topluluklar, giderek hayvansal besin üretiminde uzmanlaşmışlardır. Yerleşik çiftçi yaşamını bırakıp göçebe çoban yaşamına geçmişlerdir. Buralara komşu bölgelerdeki avcılar da çiftçiliği değil çobanlığı benimsemişlerdir. Sonuç, insan topluluklarının farklılaşması, yerleşik çiftçi yaşam biçiminin yanında göçebe yaşam biçiminin gelişmesi olmuştur.

Çiftçi ve çoban yaşam biçimleri (ikisinde de üretici ekonomi bulunmakla birlikte) birbirinden oldukça farklıdır. Çiftçi “yerleşik”, (hem bitkisel hem hayvansal besin ürettiğinden) “kendine yeterli”, köyü ve ürünü savunmada kalan, görece “barışçı”, görece “güvenli” bir yaşam biçimine sahiptir. Çoban topluluklar göçebe, (bitkisel besin kıtlığı çektikleri için) “kendilerine yetersiz” gruplardır. Aynı zamanda otlaklarını ve sürülerini çok kısa sürelerde yitirebildikleri için yaşamlarının “güvensiz” olduğu söylenebilir. Sonra göçebe çobanlar (sürülerini ve otlaklarını savunmak ya da sürü ve otlak ele geçirmek için) “savaşçı” (militarist) bir yaşam biçimini sürdürmektedirler. Bu topluluklarda (sürünün yönetimi ve savunulması erkeğe düştüğü için) erkeğin ağırlığı daha fazladır. Bu nedenle çoban toplulukların ataerkil kültürü zamanla “militarist” nitelikler kazanmıştır.

Çobanlıktan askerliğe

Tarlaların sınırlan belli, otlaklarınki belirsizdir. Dolayısıyla, otlakların ele geçirilmesi ve elde tutulması, göçebe çoban topluluklar arasında kavgalara yol açabilir. Ayrıca sürü, salgın hastalıklara açıktır. Beş on yılda oluşturulan bir sürü, bir salgın hastalıkla beş on günde yok olabilir. Bu durumda, çobanlıktan başka iş bilmeyen bir topluluk, öteki çobanların sürülerini kaçırmak isteyecektir. Sorunun bir başka çözümünü, çiftçilerin ambarlarını yağmalamakta görecektir.

Çoban toplulukların bitkisel besin eksikliklerini, sürü ürünleriyle değişme karşılığında çiftçilerden sağlama yolları (barışçı ticaret olanakları da) pek açık değildir. Çünkü çiftçi topluluklar kendilerine yetecek kadar hayvansal besin de üretmektedirler. Çobanlar “ne yapalım, değişmek istemiyorlar” diye boyunlarını bükecek değildir. Barışçı yollarla sağlayamadıklarını savaşçı yollarla sağlamayı sınayacaklardır. Bu sınavı genellikle başarıyla verirler, çünkü yaşam biçimleri savaşçılığa yatkındır. Kereste, maden, at gibi savaş araçları kaynaklan bölgelerinde (tekellerinde) bulunmaktadır. Bu yüzden çiftçilerle savaşçı ilişkilerinden genellikle ellerinin kanı ama “yüzlerinin akı” [?] ile çıkacaklardır.

Talandan vergiye

Kadınların yabanıl tahılları evcilleştirerek insanlığı üretime geçirmesi üzerine, erkekler de avladıkları hayvanları besleyip güderek evcilleştirmişlerdi. Erkekler silahlarını tarlaları, köyü, ambarları koruma yolunda insanlara karşı da kullanmaya başlamışlardı. Göçebe çobanlık başladıktan sonra ise, çiftçi-çoban topluluklar ilişkileri, barışçı yollardan çok savaşçı yönde gelişmişti. Bu gelişme sonucunda, bir önceki (üretim öncesi) dönemin avcılarının bir sonraki (üretim sonrası) dönemde savaşçılara (askerlere) dönüştüğü görülecektir. Şöyle ki, çoban-çiftçi savaşçı ilişkilerinin dört evreden geçerek insanlığı eşitlikçi ilkel topluluktan sınıflı, eşitsizlikçi uygar topluma geçirdiği görüşündeyim: Birincisi “talan” evresidir. Çobanlar, ambarlarını yağmalama girişimlerine direnen çiftçileri öldürürler, köyü yakıp yıkıp talan ederler. Bunun altın yumurtlayan tavuğu boğazlamaya benzediğini (zamanla) anlarlar. Anlayınca, tutum değiştirir, yağmacılığa geçerler. Öyleyse ikincisi “yağma” evresidir. Yağma evresinde talandan kaçınırlar. Üretimi gelecek yıllarda sürdürmeleri için çiftçileri öldürmemeye çalışırlar. Ürünlerinin hepsini almamaya özen gösterirler. Ancak, böyle davranan çoban topluluklara karşılık böyle davranmayalar da çıkar. Onların, kendilerinin öteden beri yağmalamaya geldikleri köyleri talan etmelerine izleyici kalamazlar. Talanı önlemek için köylüleri korumaya başladıklarında üçüncü evre “haraç” dönemi başlamış demektir. Haraç, bu korumanın karşılığı olarak (haklı) görülüp haklı gösterilir. Zamanla belli bir orana bağlanır. Haraç alan ”asker” topluluk, haraca bağladıklarını daha iyi koruyabilmek için onların yanına yerleşir ki bu “fetih ve tabakalaşma” demektir. Artık, koruma karşılığında diye, belli oranda ve belli zamanlarda toplanan haraçlara “vergi” diyebiliriz. Böylece devlete varılan yolda (dördüncü evreye), “vergi” evresine ulaşılmıştır. Göçebe çoban topluluk, yerleşmekle birlikte, çiftçilik yapmaya yanaşmaz. Buna yanaşmadığı gibi, çobanlığı da çiftçilere yıkabilir. Yönettiği çalışan çiftçiler üzerinde, çalışmayan, topraklara (“fetih hakkı” [?] ile) sahip çıkan konuma geçer. Topraklarını bazen korumak bazen genişletmek için örgütlü, planlı, kolektif kavgalara yani savaşlara girişen asker, yönetici sınıfa dönüşmeye başlar. Ayrıca içte, sömürülen üreticilerin ayaklanmasını önlemek ya da bastırmak, üretimi azaltacak kavgaları engellemek, yatıştırmak için kolluk görevi üstlenir. Sınıf kavgası alevlenince de “iç savaş” başlar. Kavga durumu süreklilik kazanır. Egemen sınıf, savaş ilişkilerini yürütecek uzmanlaşmış organlar, kurumlar geliştirir. Böylece gerçek anlamında savaş, insanlık tarihine girmekle kalmayıp yoğunlaşmış ve kurumlaşmış olur. Kolluk güçlerinin bazı etkinlikleri bir bakıma iç savaşın zamana yayılmış az yoğun biçimidir. Bu yolda silah kullanmanın devlet tekeline alındığı noktaya dek varılır.

Şeflikten devlete

Fetih, tabakalaşma (ürünün belli bir oranı olarak saptanmış haraç olan) vergi, ilkel topluluktan eşitsizlikçi uygar topluma ve şeflikten devlete geçişin gerekli koşullarıdır. Ama bunlar kalıcı bir devletin koşulları değildir. Çünkü göçebe çoban aşiretlerin yerleşik çiftçi (köylü) topluluklar üzerindeki egemenliği kalıcı olmayabilir. Çiftçilerin ürettiği artı ürüne (surplus) el koymasına varan bir fetih ve tabakalaşma, küçük çapta kaldığı sürece geçici olur. Yüz yüze insan ilişkileri (topluluklar arası evlilikler, dostluklar vb. yollarla) sömürü ilişkilerini aşındırır. Birkaç kuşak sonra, haraç alan çobanların da sabanın sapma yapışıp üretici çiftçilere dönüştükleri görülür.

Ama fetih (bir göçebe çoban kabileler federasyonu olarak örgütlendirilmiş) büyük bir akın sonucunda görülmüşse sonuç farklıdır. Hele (vadideki bütün köyler gibi) geniş bir alan üzerinde gerçekleşmişse, tabakalaşma kalıcı nitelik taşıyabilir. Çünkü bu durumda sömürenler, üreticileri, örgütledikleri aracılar kanalıyla sömürme yoluna başvururlar. Ve aracılar (çiftlik kahyalarının durumunda olduğu gibi) fatihlere sorumludurlar. İşlerinden olmamak için (sömürülenler kendi halklarından bile olsa) sömürü oranını düşürmemeye çalışırlar. Böylece sömürü ve tabakalaşma süreklilik kazanıp kurumlaşır.

Uygar toplumun ve devletin doğuşu için bu “yeterli koşullar” ilk kez MÖ 4. binyılda gerçekleşmiş görünür: Gerilerinde, tarihe göçebe çoban topluluklar federasyonu olduklarının ipuçlarını bırakmış olan Sümerler dağlardan vadiye inerler. Mezopotamya Vadisi köylerini fethedip haraca (ve angaryaya) bağlarlar. Nüfuslarının zamanla artışına koşut olarak, el koydukları artı ürünü artırmak zorunda kalırlar. Bunun için, köylere angarya salıp, emekçi orduları kurarak vadide yeni toprakları kanal, baraj, set, akaçlama sistemleri yaptırarak) sulu tarıma açarlar. Böylece artan üründen ve verimden aktarılan büyük toplumsal artılar, uygarlığın tekerleğini döndüren enerjiyi sağlayacaktır. Taşkın ovasında su denetleme işleri, angarya yolu ile sağlanan çok sayıda emekçinin ve karmaşık işlerin örgütlenmesini gerektirir. İş yönetimi de, insan yönetimini zorunlu kılar. Giderek, fatih topluluk içinde de işi işleri ve insanları yönetmek olan bir kesim (kadro) oluşur. Bu tam zamanlı uzman yöneticilerle, toplumdaki çalıştıran-çalışan farklılaşmasının üzerine bir de yöneten-yönetilen farklılaşması (siyasal farklılaşma) binmiş olur.

Mezopotamya’da, söz konusu gelişmelerle, Sümerli çobanlar (devletin zor kullanma işlerini yerine getiren) askerlere dönüşmüştür. Aralarındaki Şamanlar ise, zamanla din adamlarına dönüşmüşlerdir. Tapınaklarda, tapınak topraklarında ve tapınakların çevresinde serpilen kentlerde iş ve insan yönetimini üstlenmişlerdir. Giderek yönetim kurumlarını (örneğin yasaları, dinsel ideolojiyi) geliştiren yöneticiler olmuşlardır. Bu bakımdan denebilir ki yeryüzünün ilk devleti, Mezopotamya’da doğmuştur. Bu devlet bu bölgede ve benzeri koşullar nedeniyle ilk uygar toplumların ve devletlerin kurulduğu Mısır, İndüs, Çin, hatta Orta Amerika’ da, din adamları yönetimi biçiminde ortaya çıkmıştır. Din adamları yönetimine teokrasi (Tanrı yönetimi) deniyorsa da bu, doğru bir kavramlaştırma değildir. Çünkü söz konusu toplumları aslında yöneten (olmayan) Tanrılar değildir, Tanrıların vekili sayılan din adamlarıdır. Bu nedenle onların yönetimine (Yunanca din adamı anlamına gelen “kleros”dan gidilerek) klerokrasi denmesinden yanayım. Şimdi bu noktaya nasıl varıldı, ona bakalım:

Patriarşi: Ailelerde ve (klan, kabile gibi) aile çapında topluluklarda topluluğu yöneten tam zamanlı yöneticiler yoktur. Aile, topluluk işleri (öteki üyelerle aynı işleri yapan, ya da kendisi de çiftçilik ya da çobanlık eden) babalarca “yürütülür”. Bu duruma, bilindiği gibi, “patriarşi” denmektedir. Bir patriarkın (aile babasının) erki (buyurma yetkisi) öteki aile üyelerini kapsayacak kadar artarsa o kimseye “şef” denebilir.

Şeflik: Şeflik (özerk köylerde ve aşiretlerde görüldüğü gibi) yan zamanlı ya da tam zamanlı yöneticilere dönüşmüş soy (sülale) başkanlarının “kişisel” yönetimidir. Yöneticiliğin, devlet örgütü kurulduktan sonra da (cumhuriyetlere dek) babadan oğula (erkekten erkeğe) geçmesi geleneğinin (düzeninin) kökünde bu olgu yatmaktadır.

Şefler, başta komutanlık olmak üzere din adamlığı, yargıçlık gibi asal yönetsel işlevleri tek başlarına üstlenirler. Şeflerin yanında tapınak (din), yargı gibi kurumların oluştuğu yerde, ordu da kurumlaşır. Bu durumda yöneten-yönetilen ilişkisi de kişisel bağlan (akrabalık kan bağlarını) aşan kurumlaşmış bir nitelik kazanır. Kurumların içini dolduran kişilerin erki gelip geçicidir; kurumlarda sürdürülen erk kalıcıdır. Kurumların içini dolduran kişiler, ilkede, ölünceye ya da (av önderliğinde olduğu gibi) güçten düşünceye dek yönetmezler. O makama atanmış bulundukları sürece erk sahibidirler. Bu kişiler genellikle tam zamanlı profesyonel yöneticilerdir.

Din adamı yönetiminden asker yönetimine

Devlette yönetim biçimi, erki ele geçiren ya da kendilerine erk verilen yöneticilerin (sayısından çok) kimliğine göre değişir. Yöneticilerin din adamı olduğu Sümer kent devletlerinde yönetim biçimi klerokrasidir (yani din adamlarının yönetimidir). Kamu yönetiminin din dışı (kamu güvenliği gibi) alanları da din adamlarına bağlıdır. Mezopotamya kent devletlerinde ordu, MÖ 3. Binyıla dek başkomutan kanalıyla başrahibe bağlı görünür. Bunu, yöneticilere, koruyucusu oldukları tapınakların ve o tapınağın bulunduğu kentlerin farklı Tanrılarının vekilleri oldukları ileri sürülen sanların (titrlerin) verilmesinden çıkarıyoruz.

Çiviyazılı tabletlerde karşılaştığımız, “Tanrının vekili” anlamına gelen bu san (en-si ya da pa-te-si) zamanla yerini lu-gal sözcüğüne bırakır. Lu-gal güçlü kişi anlamına gelip, yönetime (Umma kent devleti yöneticisi Lugalzaggisi gibi) komutanların geçtiği yolunda yorumlanmaktadır. Bunun yanı sıra, tapınak temelleri yanında saray temelleriyle karşılaşılmaya başlanışı ve din adamlarını sömürücülükle suçlayan metinler gibi kanıtlar da bulunmaktadır (10).

Yönetimin din adamlarından askerlerin eline geçmesine varan olaylar şöyle gelişmiş görünür: Kent devletleri arası su denetleme ve bölgede egemenlik savaşları askerlerin önemini artırmıştır. Varsıllaşan kentleri ne zaman vuracağı belli olmayan barbar akınları ise, sürekli ve güçlü bir ordu beslemeyi dayatmıştır. Bu, tapınaklarda biriken toplumsal artının (T.C.’dekine benzer biçimde) ne kadarının din, ne kadarının askerlik işlerine ayrılacağı (bölüşme) konusunda başrahiple başkomutanı birbirine düşürmüş olmalı. Böylece din adamları ile askerler arasında sürtüşmeler yaratmış olsa gerek. Sonunda askerler yönetime el koymuş görünürler. Yönetimlerinin Tanrının isteğine uygun olduğunu söylemeleri koşuluyla, din adamlarına yalnızca tapınaklarının ve din işlerinin yönetimini bırakmışlardır. Monarşi, derebeylik gibi adlarla bilinen yönetimlerin, bunların hepsini kapsayan bir kavramla asker kökenli yöneticilerin bulunduğu yönetim biçimlerinin doğru adının “timokrasi” (asker yönetimi) olmasının gerektiği kanısındayım.

Dünyanın birçok yerinde, hatta yalnız Eski Dünya ülkelerinde değil Yeni Dünya’da da devletin ilk olarak doğduğu yerlerde ilk yönetim biçimi klerokrasi olmuş, onu timokrasi izlemiştir. Askerler, siyasal erklerini, toplumsal artı çektikleri, zamanın üretim araçları olan topraklar üzerindeki gerçek ve varsayımsal sahiplik ve denetimlerine (ekonomik erklerine) borçludurlar. Bu erkin sürdürülmesi ise, ister savunma ister saldırı biçiminde olsun, savaşla çok sıkı ilişkilidir. Bu olgu, tarih boyunca savaşları besleyen en önemli etmen olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nda da görüldüğü gibi, savaşlarda, koruma (muhafız) alaylarındaki askerlerle (savaş sırası) derleme ordulardaki köylüler savaşmıştır, ele geçirilen topraklar komutanların (paşaların, egemenlerin, padişahın) olmuştur. Ordudaki sıradan askerlere, olsa olsa bu topraklarda serf (ırgat) ya da kahya olarak boğaz tokluğuna çalışmak kalmıştır. Asker yöneticilere savaş, yitirince (canlarından çok) topraklarını yitirecekleri, kazanıldığında san, ün, makam yanı sıra toprak kazanılacak bir kumar kadar çekici görünmüştür.

Orta Amerika Tanrıları gibi (savaşlarda akan) kan ile beslenen timokrasi yönetimleri, Fransız Devrimi’nde simgelenen burjuva egemenliğine dek sürdü. Sonra yönetim, askerlerden burjuvaların (kapitalistlerin) eline geçti. Zamanın üretim araçları kadar siyasal erkin de, ister tacirlerce ister endüstricilerce olsun, savaştan çok para ile ele geçirilmesine bakılmalı. Buna bakılarak yönetim biçiminin timokrasiden “plütokrasi” yönetimine dönüştüğü söylenebilir. Pluton, bilindiği gibi, Yunan’ın Varsıllık Tanrısı’dır. Plütokrasi “varsıllar yönetimi” anlamına gelir. Yönetimin askerlerin eline geçmesi üzerine eski yöneticiler olan din adamları askerlerin hizmetine girmişti. Buna benzer biçimde, plütokrasilerde askerler plütokratların hizmetine girmiştir. Din adamları ise, arada bir eski (yönetici) konumlarını geri alma düşlerine kapılsalar da, efendi değiştirip, askerlerin buyruğundan varsılların buyruğu altına girmekte zorlanmamışlardır. Sonuçta devletin, çağımızda, varsılların denetiminde olduğu söylenebilir. Devletin Althusser’in “baskı aygıtları” dediği kurumlarında askerler bulunur. Althusser’in “devletin ikna aygıtları” dediği (11) kurumlarında ise laik ideologlar yanı sıra, dinsel ideologlar olan din adamları görevlidir. Ama sıcak savaş askerler, ideolojik savaş laik ve dinsel düşünürler tarafından yürütülüyor görünse de her iki savaş da varsıllar (kapital) tarafından tasarlanıp yönetilmektedir. Kapitalizm, emperyalizm, globalizm dönemlerinde yönetici sınıflarla savaşların ilişkisi ise açıklama gerektirmeyecek denli anlaşılmış bulunmaktadır.

Plütokrasi ile savaşın ilişkisine gelince, üzerinde pek durulmayan bir noktaya değinmek yeter: Barbar akınları sırasında imparatorluk kurma dönemlerinde (açıklanan nedenlerle) savaş evrensel bir çap kazanmıştı. Napolyon Savaşları’ndan sonra (plütokrasi döneminde) gene evrensel çaplara ulaşmasının nedeni. (sınıf savaşı, kolonicilik, emperyalizm, küreselcilik yanı sıra) psikolojiktir. Geleceğe ilişkin güvenlik tasalarının (NATO ve Varşova paktlarında, İran İslam Devrimi’nde ve ABD dünya jandarmalığında açıkça görüldüğü üzere) bu güvenliği “rejim ihraç etme” denen (savaş ve daha büyük güvensizlikler yaratan) yoldan ulaşma girişimleridir.

İnsanlığın kültürel evriminde savaş ile ilgili sonul çıkarsamamız, savaşın (kökleri ilkel topluma, avcılık, çobanlık dönemlerine dayansa da) eşitsizlikçi uygar toplumun, mülkiyetin. devletin yapısal bir kurumu olarak doğup geliştiği yönünde olacaktır.

SAVAŞIN PSİKOLOJİSİ

Savaş, gördüğümüz gibi, organik evrimimizin bir ürünü değildir. İnsanları kavgaya yönelten “saldırganlık geni” diye bir gen yoktur (12). İnsan türünün salt kavga işlevi gören bir organı da bulunmamaktadır. Erekli, örgütlü bir toplumsal etkinlik türü olarak savaş, kültürel evrimimizin (geçici) bir ürünüdür. Dolayısıyla savaş psikolojisinin nedeni olan bir fizyolojiden söz etmek doğru olmaz. Kuşkusuz savaş öncesi ve savaş sırası psikolojisi, insanda (adrenalin salgısının artması gibi) bazı fizyolojik değişikliklere yol açmaktadır. Ama bu savaş psikolojisinin bir nedeni değil, sonucudur.

Öfke duygusu

Savaşta öfke gibi bazı “ilksel” psikolojilerin rolü yadsınamaz. Ama öfkenin kişileri kavgaya, toplulukları savaşa yöneltmesinin (saldırma ya da savunma kararı alma gibi) düşünsel (dolayısıyla kültürel evrimle ilgili) koşulları vardır. Öfke, insanın amaçları karşısındaki engellerin yaratıp biriktirdiği, kavgaya, öldürmeye dek varabilen şiddet yollarına başvurabilmesine yol açan bir sabırsızlık tepkisidir. Öfke, bazı psikolojik, fizyolojik ve düşünsel koşulların neden olduğu bir sonuç olduğu kadar, bazı duygu, düşünce ve eylemlere neden olan bir “ara psikoloji” olgusudur.

Öfkenin kavgaya, savaşa dönüşmesinde (ya da dönüştürülmesinde) “güvensizlik” duygusunun başrolü oynadığı görüşündeyim. Çünkü amaçlarına ulaşacak gücünün, yetisinin ve olanaklarının bulunduğunu bilen, düşünen canlılar (şempanzeler gibi) öfkelenmeden davranırlar; güvenlik duygusu içinde (goriller gibi), amaçları önündeki engelleri (yaşamlarını riske atmadan) kaldıracak yolda davranışlar gösterirler.

Acıyla koşullandırma

Toplumlar dil öncesi geçmişlerinde (hayvanlarda olduğu gibi) bebeklerini, çocuklarını ve gençlerini “acıyla koşullandırma” yöntemiyle (dayakla) toplumsallaştırmışlardır. Dil, konuşma, insanlığa, anımsanan acı yerine anımsanacak sözle koşullandırarak toplumsallaştırma yolunu açmıştır. Ancak, insanlar, avda olduğu gibi kısa zamanda ve kesin sonuçlar veren, amaca şiddete başvurarak ulaşma yöntemini bırakmamışlardır. Şiddeti insanlara karşı ve dilden sonra da (uzun erimdeki zararlarını düşünmeden) uygulama alışkanlıklarını sürdürmüşlerdir. Kısas hukuku kadar savaş da, bu açıdan, acıyla koşullandırma yönteminin topluluklar arası uygulaması olan bir kalıntıdır.

Korku belası

İlk bakışta korku, savaş psikolojisinin kaynağındaki duygu gibi görünür. Oysa korku, hemen tüm primatlarda gözlemlenen bir duygu olmasına karşın tüm primatlarda, hatta tüm memelilerde saldırganlığa yol açmamaktadır. Dolayısıyla korkunun kaçmaya değil korkulana saldırmaya yol açması için bir duygu (geleceğe uzanmış bir korkunun yol açtığı “güvensizlik”) ve bir düşünce (örgütlenme, saldırma kararı) ile birleşmesi gerekmektedir.

Güvensizlik duygusunun kaynakları

Güvensizlik duygusunun ise kökleri derindedir. Köklerinin, insanın psikolojik-düşünsel (dolayısıyla kültürel) evriminde “gelecek zaman” kavramı ile bağlantılı olduğunu sanıyorum. Şöyle ki:

Gelecek zaman tasası: Simgesel araç kullanmasıyla başka hiçbir hayvana benzemeyen insanın hayvanlardan asal bir farkı vardır. İnsan “bir şey yaparken iki şeyi birden yapar”. Biri, o şeyi yapar; ötekisi, yaptığı şeyi, onun simgesiyle bir de simgeler dünyasında (düşüncesinde) yapar. Ve onu belleğine yazar. Benzeri bir şey yaptığında, geçmişte daha önce yaptığını ve onun sonuçlarını anımsar. Bu, insana, öteki primatlarınkinden (yüksek memelilerinkinden) çok daha derin ve yoğun bir “geçmiş zaman” kavramı kazandırır. Geçmiş zaman kavramının geleceğe projeksiyonu (uzatılması) ise, insanın bir de “gelecek zaman” kavramı geliştirmesine yol açar. Örneklendirelim: Geçmişte birden yel ve kara bulutlar gökleri kapatmıştır, onu fırtına ve sağanak izlemiştir. Sağanak boşanınca kaçıp bir kovuğa girmiştir. Daha sonraki bir zamanda ufukta gene kara bulutlar görününce insan, benzeri geçmişi anımsar. Anımsama süreci bununla bitmez; kara bulutları izleyen olayları ve olanları da çağrıştırır. Böylece daha fırtına patlak vermeden “az sonra fırtına kopacak’ diye “korkuya” kapılıp kaçar. Böylece “korku” duygusu o anda olacaklarla sınırlı kalmayıp, gelecekte olabileceklerden de korkulan ikinci boyut kazanır (13).

İnsanların, karşılanmayınca acı veren gereksinimlerinin karşılanması sürecinde de gelecek zaman ve korku duyguları önemli rol oynar. Hayvanlar gereksinim duydukları “anda” onu karşılamak üzere devinime geçerler. Gereksinimlerini karşılayınca “dinginliğe” ererler. İnsanlar ise, gereksinimlerini karşıladıklarında acıları dinse de korkulan sona ermediğinden dinginliğe eremezler. Geçmişte gereksinimlerini karşılayamadıklarında duydukları acıları anımsayıp, benzeri durumların ileride de doğabileceği düşüncesiyle, geleceğe ilişkin bir korku ve “güvensizlik” duygusuna kapılırlar. Geleceği güvene almadan korkularından kurtulamazlar. Ancak, geleceğin, dolayısıyla güvensizlik duygusunun rasyonel bir sınırı yoktur. Ne kadar gelecek? Ve ne kadar güvenlik? İşte, insanların sağlıklarını ve canlarını riske atabildikleri kavga ve savaş kararlarının altında yatan belki en etkili duygu bu güvensizliktir.

Güvensizlik ortamı: İlkel komünal (dayanışmacı) topluluklar döneminde etçil hayvanlar arasında yaşarkalma savaşımı güvensizliğin başlıca nedeni olmuştur. Avcı ve toplayıcı yaşam biçimi, bu güvensizlik duygusunu daha da besleyen kaynaklardan birini oluşturmuştur. Göçebe çoban topluluklar arası (otlak kapatma, sürü kaçırma kavgası biçiminde) savaşçı ilişkiler ile göçebe çoban-yerleşik çiftçi topluluklar arası barışçı olmayan (fetih ve devletle sonuçlanabilen) ilişkilerin kronik bir güvensizlik duygusu yaratacak kadar sık ve yaygın olduğu söylenebilir. Uygar (eşitsizlikçi, yarışmacı) toplum döneminin içte sınıf savaşları kadar dışta barbar (göçebe çoban) akınları ve toprak savaşları ile dolu tarihi ise, güvensizlik duygusunu sürekli beslemektedir.

Ksenofobi (yabancı düşmanlığı)

İnsan beyni, duyu organlarından gelen uyarıcılara karşı tetiktedir. Bilinç onları belleğine yazıp, ardından ne getireceğini izler. Yinelenen uyarıcılar (acılı sonuçlar getirmedikçe) yinelenen bildik sonuçlar getireceğinden, beyni alarma geçirmezler. Ama yüksek acı ve yüksek haz verici uyarıcılar kadar yeni uyarıcılarda da beyin alarma geçer. Bunları bir de olumsuz olaylar izlemişse korku ve nefret duyguları gelişir. Bu olguların topluluk çapındaki biçimi, her olguyu kendi topluluğu odağından değerlendirme eğilimi olan etnosantrizm (etnikbizodakçılık) ve ksenofobi (yabancı düşmanlığı) olarak adlandırılan tutumlardır. Topluluklar bildik olmayan her şey yanı sıra yabancı olan kişilere ve topluluklara (o sırada hiçbir zarar vermeseler de) kuşkuyla bakarlar. Bu, uzun erimde neler getireceğinin bilinmemesinden (dolayısıyla güvensizlikten) kaynaklanan korku, düşmanlık duyguları ve düşünceleri geliştirir.

Hobbes paradoksu

Güvensizlik duygusu, hele yabancı düşmanlığıyla birleşince endişe büyür. Ondan kurtulmanın yolu, insanlara, doğa ve öteki insanlar, topluluklar üzerinde “egemenlik” kurmak olarak görünmüştür. Burada Hobbes’u anmanın zamanıdır: “Hobbes paradoksu” diyebileceğimiz bir olguyla, toplumda insan güvensizlik duygusundan öteki insanlar üzerinde egemenlik kurarak kurtulmayı düşünür (14). Ancak, üzerinde egemenlik kurulan (üretimle artırılan bitkiler, hayvanlar gibi) bir (edilgin) doğa gücü olmayıp, egemenlik kuran gibi irade ve araç sahibi olabilen bir özne (insan) olunca, sonuç değişir. Egemenlik kurma girişimi, güvenliği getirmediği gibi, daha da yoğunlaşan bir güvensizlik duygusunu yaratır. İnsanlık daha bu paradokstan kurtulabilmiş değildir. Dahası. bu paradoks yarışmacı, sahiplenici kapitalist düzenle birlikte gelişmektedir. Güvensizlik paradoksundan kurtulmanın “kuramsal” yolu. (Marx’ın belirttiği gibi) doğa üzerinde “bolluk toplumu” koşullarına ulaşabilecek bir egemenlik ile insanın insan üzerindeki egemenliğine son verecek dayanışmacı, bölüşmeci, eşitlikçi bir toplumsal düzendir.

Umarsızlık psikolojisi

İnsanlardaki geleceğe ilişkin güvensizlik duygusu, sınıflı, devletli uygar toplumda din ile uyutulmaya, mal mülk ile avutulmaya çalışılmıştır. Din (onu araç olarak kullanıp mala mülke dönüştürenler dışında) güvensizlik duygusuna yol açan gereksinimleri karşılamadığı oranda uyutucu etkisi geçici bir araçtır. Mal mülk ise, birileri ona ne kadar çok sahip olursa başkalarının güvensizliğini o kadar artırdığına; sahibine ise tam bir güvenlik duygusunu hiçbir zaman vermediğine göre, bir (çözüm değil) çözümsüzlüktür. Güvensizlik duygusunun bir umutla bile susturulamadığı durumlar (örneğin uzun süren bir işsizlik) bireysel psikolojide “umarsızlık” (çaresizlik) durumu yaratabilir. Umarsız kalan insan, geleceğini, yaşarkalmasını tümden tehlikede görür. Sığınacağı hiçbir kurum, hiçbir değer, hiçbir kişi kalmamıştır. Dolayısıyla karşı karşıya kaldığı bu en büyük korku karşısında insanın kafasının sigortaları atar, öteki korkuların sesini duymaz olur. Bireysel psikolojide kişiyi (yaşamını, sağlığını, geleceğini tehlikeye attığını düşünmeden) kavgaya, savaşa katılmaya iten işte bu umarsızlık (desperation) psikolojik konumudur. Böyle bir insandan ne rasyonel ne de doğru dürüst (ahlaklı) davranması beklenemez. Kendi geleceğini, yaşamını, sağlığını tehlikede gören bir insandan başkalarının geleceğini, sağlığını, yaşamını düşünmesi beklenebilir mi? Onları ahlak dışı, insanlık dışı davranıyor diye eleştirmek, tümden geçersizdir. Çünkü kendileri insanlık dışına itilmiş (ya da düşmüş) durumdadırlar. Savaş çoğu toplumsal kurumları yıkar. Savaşta bazı toplumsal kurumlar yıkılmamış olsa bile, tüm toplumsal, insancıl “değerler” yıkılmıştır. Bu nedenle insanların yapmadıkları, yapamayacakları şey yoktur. Dolayısıyla tüm çaba, savaş çıktıktan sonra savaşan insanı denetlemekten çok, savaşın çıkmasını önlemeye yöneltilmelidir.

Olasılık mantığı ve kumar psikolojisi

Çağımızın “rasyonel”, “bireyci” ve “bencil” insanının savaş kararı alma, savaşa katılma, savaşa katılma buyruğuna direnmeme tutumunun altında çeşitli nedenler yatmaktadır. Bunlardan biri, öteki birçok psikoloji yanı sıra “kumar psikolojisi” olsa gerektir. Şeylere, isteklere, emek döküp üretmekten çok, “parayı çalıştırma”, piyango, borsa gibi çeşitli yollarla ulaşılmasının özendirildiği bir toplumda savaş karşısında bireyler ve kitleler kumar, piyango olgularıyla aşılanan mantığa itilirler: “Ya çıkarsa?” Teke tek kavgalarınkinden farklı olarak toplu kavgalar olan savaşlarda, diyelim yüzde 50 yaralanma, ölme, yenilme olasılığı vardır; yüzde 50 de yenme, yaşamda kalma, kazanma olasılığı. Binlerce insanın parasını yitirip, ancak onlarcasının kazanmasıyla sonuçlanan piyangodaki davranışa benzer biçimde, savaşlarda da bu olasılık mantığına seslenilir, bu olasılık mantığı işletilir.

SAVAŞIN SOSYOLOJİSİ

Sosyoloji (toplumbilim) kısaca, toplumsal durumları betimleyen, toplumsal ilişkileri, kurumları ve düşünceleri (nedensel) açıklayan bilimsel etkinliklerin toplamı olarak tanımlanabilir. Dolayısıyla konusu, tek tek insanlardan ya da tüm olarak insanlıktan çok, insan gruplarıdır. İnsan grupları içinde en süreklileri ise (geçmişte klan biçiminde görülmüş olan) aile ile sınıflardır. İlkel topluluklarda aile, uygar topluluklarda sınıf birimleri ve ilişkileri başattır.

Savaş daha çok, bir sınıflı toplum olgusudur. Toplum içinde iç savaş, sınıf savaşı biçiminde ve toplumlar arasında, din savaşları, toprak savaşları, devletler arası egemenlik savaşları, pazar savaşları vb. biçimlerini alabilen bir olgudur. Böyle bir saptamaya yöneltilebilecek ilk soru, savaşın her zaman için bir sınıflı toplum olgusu olup olmadığıdır. Başka bir deyişle, sınıfsız toplumlarda (ben “topluluklar” diyorum) savaş olgusunun görülüp görülmediğidir.

Sınıfsız topluluklarda savaşın tohumları

Savaş olgusunu sınıflı toplumla sınırlı görmek, uygar (eşitsizlikçi) toplumu eleştirirken ilkel (eşitlikçi) toplulukları (Rousseau’nun yaptığı gibi) ülküleştirmenin (idealize etmenin) ürünüdür. Tarihçesini verdiğimiz savaş nedenleri, sınıflı, uygar, devletli toplumlarda yoğunlaşmakla birlikte, ilkel topluluklarda da bulunmaktadır. İlkel topluluklar da güvensizlik duygusuyla gereksinimlerini gelecek için güvene alabilmek için doğa (geçim kaynakları) üzerinde egemenlik kurmaya çalışabilmektedir. Maddesel ve simgesel kültür birikimlerinin yetersizliği nedeniyle bu egemenliği kuramayınca, ayın beslenme alanları için birbirleriyle yarışmaya girebilmektedir. Giderek kolektif, örgütlü, hatta planlı kavgalara girişebilmektedirler. Daha önce de belirtildiği gibi, kıt kaynaklardan yararlanmada öteki toplulukları bu kaynakları tüketen hayvanlar ile ayın çuvala koyup (düşman görüp) hayvan gibi avlama yoluna başvurabilmektedirler. Topluluklar arası ilişkilerde böyle bir iki olay bile, (kan gütme kültüründe görüldüğü gibi) topluluğun belleğine yazılıp, mitoslarla kuşaktan kuşağa aktarılıp, maddesel temeli ortadan kalktıktan sonra da güvensizliği ve yabancı düşmanlığı duygu ve düşüncelerini besleyebilmektedir. Bu duygu ve düşünceler topluluklar arasında “ekonomik amaçlı” olmayan (örneğin prestij=saygınlık amaçlı olan) örgütlü kavgalara yol açabilmektedir (15).

Sınıflı toplumlarda savaşın kurumlaşması

Savaşın daha çok bir sınıflı toplum olgusu olduğu söylenebilir dedik. Buna karşın insanlık tarihinde sınıfların adı verilen savaşlar (kölelik savaşları, köylü savaşları, proletarya devrimi savaşları, emperyalist savaşlar vb.) azdır. Bunun nedeni, sınıf savaşlarının din savaşları, ulusal kurtuluş savaşları gibi biçimler alabilmesidir.

İdeolojik savaş: Çünkü sınıflar arası (“sıcak”) savaşlar bir sınıfın üstünlüğü ile sonuçlandıktan sonra sona ermez. Savaşını “ideolojik savaş” biçiminde süreklilik kazanır. İdeolojik savaşımın iki büyük stratejisinden biri, İsrailoğulları’nda (Tevrat’da) görülebilir. İsrailoğulları’nın, Kabile Tanrıları olan “Orduların Rabbi” Yehova adına konuşan din adamı önderlerin (dinsel şeyhlerin) yönetiminde, öteki halkların (kavmların, toplulukların) Tanrılarına karşı savaş açtıklarını görürüz. Sınıflaşma belirginleşmediği için bu savaşlar sınıf savaşı olmaktan çok topluluklar arası savaşlar sayılabilir.

Ancak, daha sonra “vaat edilen ülke” söylemiyle yerleşme ve uygarlaşma amacına yönelik savaşlara girişilir. Bunlar daha çok tarıma elverişli toprakları tekelinde tutan Kenanlı yerleşik, uygar, sınıflı, devletli toplumlarla yapılan savaşımlardır. Kenanlılar’ın (sonuç Golyat ile Davut öyküsünde tersine çevrilmiş olsa da Golyat’ta yansıtılan) örgütlü orduları karşısında alınan art arda yenilgiler İsrailoğulları’nı toplumsal düzenlerini değiştirmeye zorlar. Kavmdan (halktan) bir grup gelip peygamber yönetici Samuel’den başlarına bir kral koyması için Yehova ile konuşmasını isterler. Rabbe isteklerini bildirip yanıtını aldığını söyleyen Samuel’in sözleri ilginçtir: Rab bana “reddettikleri sen değilsin, ancak üzerlerine krallık etmeyeyim diye beni reddettiler” der. Sonra Rabbin şunları da söylediğini aktarır:

“Üzerinize krallık edecek olan kralın hükmü şu olacak: oğullarınızı kendisine alıp cenk arabaları üzerine ve atlıları arasına koyacak; ve arabaları önünde koşacaklar; ve onları kendisine binbaşılar, ve ellibaşılar kılacak. .. Ve tarlalarınızı, ve bağlarınızı ve zeytinliklerinizi, onların en iyisini alıp kullarına verecek… Sürülerinizin ondalığını alacak ve siz onun kullan olacaksınız. Ve kendiniz için seçmiş olacağınız kralınız yüzünden o gün feryat edeceksiniz; ve Rab o gün size cevap [yardım] vermeyecek.” (16)

Bu sözler göçebe topluluk içinde, uygar toplumların etkisiyle profesyonel ordunun ve gerçek anlamda savaşın krallık (devlet) ile başladığını göstermektedir. Kavın Samuel’in uyanlarını dinlemez:

“Fakat kavm Samuel’in sözünü dinlemek istemeyerek dediler: Hayır; fakat üzerimize bir kral olacak ve biz bütün milletler gibi olacağız ve kralımız bize hükmedecek, ve önümüze çıkacak ve cenklerimizi [vurgu benim] yapacak.” (17)

Bunun üzerine Samuel, İsrailoğulları’nı toplar ve en uzunları olan Saul’u başlarına kral (aslında asker şef) seçer. Onun ardılı Davut zamanında (MÖ 1000 dolaylarında) ise, Kenan’a yerleşilmiş, uygar topluma geçilmiş, devlet kurumu oluşmuştur.

Yerleşik köylü yaşam biçimi yoksulluğa, kentli yaşam biçimi varsıllığa, varsıllık sınıfsallaşmaya yol açar. Varsıllar, Kenan’ın varsıl halklarının Verimlilik Tanrıları’na tapınmaya başlar. Buna tepki gösteren Yehova inancını sürdüren din adamları, Yehova’ya bağlı kalan yoksul çokluğa yönelirler. Onların desteğini alırlar. Onları içlerindeki varsıllara ve Kenan’ın varsıl halklarına karşı kışkırtırlar: “Baal ve Aşeret (İştar) Tanrıları’yla zina edenlerle savaşın” derler. Filistinliler ile İsrailliler arasında bugüne dek süren din savaşları, temelde, din savaşı ideolojik örtüsü altında sürdürülen yoksul halklar ile varsıl halklar savaşı biçimini alan sınıf savaşlarıdır. Emperyalizme karşı verilen bağımsızlık savaşlarının da, sınıf savaşları olduğu tarihte birçok örnekte görülmüş gerçektir.

Bir savaş makinesi olarak devlet

Göçebe çoban toplulukları, gördüğümüz yaşam koşulları ve yaşam biçimleri nedeniyle, “sürekli ve gezici ordular” gibiydiler. Göçebe çobanlarda üretim ilişkileriyle savaş ilişkileri, denebilir ki, iç içeydi. İngilizcedeki kalabalık (insan ya da hayvan topluluğu anlamına gelen) “horde” sözcüğünün öteki anlamlarından birinin “göçebeler grubu”, bir başkasının “hareket halindeki hayvan sürüsü” olması, sürü, göçebe, savaş olgularının iç içeliğinin dile yansıması olsa gerektir (18).

Devletlerin kökeninin, göçebe çoban toplulukların yerleşik çiftçi toplulukları fethetmelerinde ve üzerlerinde egemen sınıf oluşturmalarında yattığı yolunda bir devlet kuramı vardır (19). Franz Oppenheimer’ın (çevirdiğim Devlet adlı yapıtta) ileri sürdüğü, benim benimsediğim bu kuram tarihsel gerçekliği doğru yansıtıyorsa, devlet savaşla kurulmuştur. Yıkılan devletlerin yerine yeni devletlerin kurulması da genellikle savaşla olmuştur. Devletlerin ülkelerini genişletmeleri, gönüllü birleşmelerden çok, savaşla gerçekleşir. Devletlerin sürmesi de, pek az kural dışı örnek dışında savaş gücüne bağlı olduğuna göre, devletin bir “savaş makinesi” olduğu söylenebilir.

Öte yandan devletlerin, etnik gruplar, halklar, topluluklar vb. gruplar arası kavgaları ve savaşları önleyen (Pax Romana: “Roma barışı” deyişiyle dile getirilen) bir işlevi de vardır. Devletler bunu genellikle silah (kaba güç) kullanma “hakkını?” tekellerine alarak sağlamaya çalışırlar. Bu, devlete, içte sınıf savaşını önleme ve toplumsal artı aktardığı üretici güçleri zayıflatan sürtüşmeleri azaltma olanağı verir. Aynı zamanda bir savaş aygıtını barış havarisi olarak gösteren ideolojik sıvayı oluşturur. Ama bu tekel, iç savaşların patlak vermesini önlemeye yetmeyebilir. O zaman devlet, dişlerini içte de gösterir. Bir yönüyle toplumsal artı aktarma örgütü, bir yönüyle savaş makinesi olan devletin maskesi düşer, sıvası dökülür.

Tüm bunlardan çıkarılabilecek sonuç, insanlığın savaştan kurtulmasının aynı zamanda devletten kurtulmasına bağlı olduğudur.

Savaşın sosyolojisi ile ilgili (son) olarak, savaşları yönetenlerin de yöneten sınıfların arasından çıktığı belirtilmeli. Savaşıp öldürüp, yaralanıp ölenlerin ise büyük çoğunluğunu yönetilen sınıfların insanlarının oluşturduğu bilinmektedir. Savaşın parsasını egemen sınıfların toplayıp, savaşta yok edilen toplumsal kapitali yeniden üretme işinin çalışan sınıflara yüklenmesi vd. bildik gerçekler. Dolayısıyla bu noktada savaşın sosyolojisini kesip felsefesine geçilebilir.

SAVAŞIN FELSEFESİ

Savaşın üstün amaçlar için bir araç olarak değil neredeyse bir amaç olarak savunuluşunu daha çok Sosyal Darwinci felsefelerde görürüz. Sosyal Darwinciler savaşı, güçsüz canlıları, türleri, ırkları, toplulukları eleyip; güçlüleri ortaya çıkaran bir süreç olarak görürler. Hatta savaş, kimi Sosyal Darwinciler’e göre insanı, türleri, ırkları yaratan bir düzenektir. Sosyal Darwinci dünya görüşüne sahip emperyalist ve faşist politikacıların düşüncelerinden örnekleri gördük. Sosyal Darwinci felsefecilerin savaşla ilgili düşüncelerine örnek olarak ise Nietzsche’nin görüşleri gösterilebilir.

Üstinsanın gelişinin aracı olarak savaş

Nietzsche’nin felsefesinin dinsel tabuyu yıkışının, değerlerin yeniden değerlendirilmesi kavramını geliştirmesinin değeri yadsınamaz. Ancak, Nietzsche’nin savaşı “üstinsan”, (“übermench” dediği, fizik ve düşünce bakımından üstün, özgür ve kendine yeterli bir insan) türünü getirecek düzeneklerden biri olarak görmesine ne demeli?

Gerçi Nietzsche de savaşı bir “araç” olarak görür. Böyle görmekle birlikte, savaşa sıradan araçlardan öte bir değer yüklemektedir:

“Sana öğüdüm çalışmak değil savaşmak olacak. Sana barışı değil savaşı öğütleyeceğim. İşin savaş olsun, barışın zafer… Sen iyi bir davanın savaşı bile kutsal kıldığını söylersin; ben ise sana derim ki; her davayı kutsallaştıran iyi savaştır.” (20)

Bu sözler, Nietzsche’nin felsefesinin inceliklerini göremeyenlerce kullanılacaktır. Felsefesinin öteki öğelerini (örneğin savaşçı Prusyalılar’ı “sığır ırk” diye aşağılayarak kaba gücü kınayışını) görmezlikten gelen ırkçılar, Nietzsche’nin savaş övgüsünü “üstün insan” olarak algıladıkları “üstinsan” kavramıyla birleştirerek kullanacaklardır.

“Yaşam savaştır” felsefesinin yargılanması

Felsefe düzeyinde Sosyal Darwincilikten, günlük yaşam deneyimlerimizde insanların birbirleriyle kavgalarında, ekranda, savaş haberlerinden ve Serengeti belgesellerinde antilop yavrusunu avlayarak beslenen aslan örneğinden gidilerek insanı, toplumu ve tarihi de kapsayan bir genellemeyle ulaşılan “yaşam savaştır” yargısında doruğuna varan bir dünya görüşü vardır. İşte bu görüş, gerçekliği ne ölçüde doğru yansıtmaktadır? Böyle bir yargı insan, toplum ve tarihin gerçekliğini büyük ölçüde çarpıtmaktadır. Çünkü “yaşam savaştır” yargısı, çarpıcı bir paradoksla gerçekliğin derinine inildiği izlenimi verilmek istenen bir şaşırtmacadır. Bu yargı, mantıksal düzeyde, bir şeyin kendinden başka bir şey olamayacağı biçimindeki birinci mantık kuralına (yani “a” a’dır; a, a’dan başka non-a [a olmayan bir şey] olamaz mantık önermesine) aykırıdır. Mantık kuralına aykırı olduğu gibi, olgusal düzeyde, ölümlü sonuçlar veren savaşı (dolayısıyla ölümü) onun tam tersi bir olgu olan yaşam gibi gösterme illüzyon oyunu olarak gerçekliği tepetakla etmektedir.

“Yaşam Savaştır” yargısı, tür ile ırkı birbirine karıştırmaktadır. Antilobu avlayarak beslenen aslan olgusunda, söz konusu olan aynı türün iki üyesi ya da aynı türün iki ırkı, iki topluluğu değildir, iki ayrı tür söz konusudur. Oysa savaşan tek canlı türü olan insanın yeryüzündeki tüm ırkları, tüm bireyleri, aynı türün (Homo sapiens türünün) üyeleridir. Tür olmanın ölçütü sayılan her ırktan insanların birbirleriyle çiftleşip üreyebilmeleri bunun bilimsel kanıtıdır. Dolayısıyla, iki hayvan türünün ilişkisinden çıkılarak varılan yaşamın savaş olduğu yargısı iki insan bireyine ya da iki topluma genellenemez.

“Yaşam savaştır” yargısı, yaşamı insan toplulukları arası savaş olarak gösterirken, canlı ile toplumu da karıştırmaktadır. Savaşan iki insan topluluğu bile, beslenme alışkanlıkları farklı (biri etobur, öteki otobur, dolayısıyla birinin beslenmesi, yaşaması ötekinin ölmesini gerektiren) iki ayrı hayvan türü değildirler. İki hayvan türü olmadıkları gibi, iki canlı da değildir. Canlılardan da oluşsa, bir topluluğu, ya da bir toplumu bir canlı birimi, bir organizma olarak görmek toplumbiliminde “organizmacılık” denen bir yanlışa düşmektir. Bir başka deyişle, maddenin canlıya varan (zorunlu, doğal) organik örgütlenmesi ile (az çok gönüllü, yapay olan) toplumsal örgütü birbirine karıştırmaktır. Bu, toplumu, onu oluşturan bireylerden, gruplardan, etniklerden, sınıflardan bağımsız, irade sahibi bir canlı gibi görmektir.

Bir insan, organik bir molekülde, bir hücrede, bir organda görülemeyecek bir davranışla, bir toplumdan ayrılıp bir başka topluma katılabilir. Yani davranışında doğa yasaları kadar kararları da rol oynar. Kavga etmeye karar verebileceği gibi, kavga etmeme kararını da alıp uygulayabilir. Bunu insan toplulukları da yapabilirler.

“Yaşam savaştır” yargısı, ayrıca, kıtlık koşullarıyla bolluk koşulları arasındaki ayrımı ayırt etmemekte, bunları birbirine karıştırmaktadır. Ayrı türden ve bazen aynı türden hayvanlar arasında çıkan kavgalar, çoğu durumda kıtlık (bazı durumlarda cinsel kıtlık) koşullarının ürünüdür. Bolluk koşullarında aynı hatta farklı türden hayvanlar arasında (Serengeti belgeselleri de bu noktada anımsanmalı) kavga görülmez.

“Yaşam savaştır” yargısı, dahası insan ile hayvanı ayırt edememenin sonucudur. Hatta denebilir ki, insanı hayvan gibi görüp, ona hayvan gibi davranmanın ürünüdür. İnsanlar, beslenmek için birbirini yiyen hayvanlardan farklı olarak, kıtlık koşullarında bile kavga etmeyebilirler. Kavganın getirebileceği riskleri görüp, birbirlerine ödün verebilirler. Kıt kaynakları bölüşebilirler. Bir ciğer parçası için birbirine pençe atarken birinin gözü çıkan iki kedi yavrusundan farklı olarak, ciğeri bölüp paylaşabilecek keskinlikte bıçağa ve akla sahiptirler.

“Yaşam savaştır” yargısı, insanın organik varlığı ile (yani hayvanlar dünyası içinde olan yanıyla) onu öteki hayvanlardan ayıran kültürel yanını ayırt edemeyen bir yargıdır. Daha doğrusu, bunu ayırt etmek istemeyenlerin pazarladıkları yargıdır. Bu yargı, insana kaba bir hayvan olarak yaklaşan bir dünya görüşü sahibinin ürünüdür. İnsan, hayvanlardan farklı olarak ödün verip, bölüşüp, kavga etmek, savaşmak yerine barışı seçebilecek akla ve isteme (iradeye) sahiptir. Bunlar yanı sıra, hayvanlarda bulunmayan sempati (duygudaşlık), em pati (kendini başkasının yerine koyarak duygulanma, düşünme) sevme, acıma gibi, Sosyal Darwincilikte hesaba katılmayan duyguları vardır.

“Yaşam savaştır” yargısı ile insanın, kültürel evriminin ürünü olarak geliştirdiği duygusal özellikleri yanı sıra, ortak duygu ve düşüncelerinin sonul ürünü olan etik değerleri de hiçe sayılmaktadır. Bölüşme, dayanışma, yardımlaşma, kavga etmeme, barış içinde yaşama, insan hakları (kendin için istediğin şeyleri başkalarının da istemesine karşı çıkmama) bu “değerler” içine girer.

“Yaşam savaştır” yargısını benimseyenler, son olarak, insanın onu öteki hayvanlardan ayırt eden en önemli niteliğini görmemektedirler. İnsanın kavga araçları, savaş silahları yapan bir canlı olması yanı sıra ve ondan çok, üretim araçları da yapan bir canlı olduğunu görmek istememektedirler. İnsanın bu niteliği “yaşam savaştır” yargısının dayandırıldığı iki sütunu yıkacak bir gerçekliktir. Çünkü insan üretimle, doğadaki kıtlığı bolluğa dönüştürebilmektedir. Böylece kıtlık koşullarının yol açabileceği sürtüşme, kavga ve savaştan kendini kurtarabilecek bir gizilgüce sahiptir. Ayrıca, üretimin kolektif bir insan etkinliği olduğu anımsanmalıdır. Anımsanırsa, insanın yaşamak için, öteki insanların elindekine el koymak, onları yemek yerine başka yolları seçeceği anlaşılacaktır. İnsan, emeğini, aklını öteki insanların emeği ve aklıyla birleştirerek, emeğinin verimliliğini artırabilen, bu yolla daha çok üretebilen bir canlıdır. Sonuç olarak denebilir ki, savaşın nedenleri doğal, kaçınılmaz, sonsuza dek sürecek nedenler değildir. Ama nedenlerinden biri de, “yaşam savaştır” (sözele) gerçeği, doğrudan doğruya bu sözün kendisidir. Yani bu sözü söyleyenler, bu söze inananlar, savaş nedenlerinden birini oluşturabilir.

SAVAŞ İDEOLOJİLERİ

Savaşın savunuluşuyla, felsefi düzeyde olmasa da bazı düşünce sistemlerinde, bazı inanç sistemlerinde ve bazı siyasal akımlarda da karşılaşılır. Bunlardan Sosyal Darwincilerde, ırkçılarda ve faşistlerde savaşı savunan düşüncelerden örnekler gördük. Bu başlık altında ise, farklı kültür çevrelerinde (Az tekler’ de ve Masailerde), tektanrıcı dinde (Müslümanlıkta) ve Batılı emperyalistlerde (beyaz ırkçılığında) savaşı haklı, yasal gösteren düşüncelerden (ideolojilerden) birer örnekle yetinilebilir.

Aztekler’de yaşamı kurtarmanın aracı olarak savaş

Güneş Tanrı’yı insan kurbanların kanıyla besleme bahanesiyle Aztekler her yıl köle ve kurban olarak kullanacakları savaş tutsağı ve savaş yağması (ganimet) sağlamak amaçlı seferlerle devletlerini bir Orta Amerika imparatorluğuna dönüştürmüşlerdi. Yalnızca Büyük Tapınak’ın (l486’da) açılışında 20 binden fazla savaş tutsağı (21) kurban edilip kurbanların başlarıyla tapınağa bir duvar örülmüştü. Bu vahşiliğe “yüce bir amaç” (!) uğruna başvurmaktaydılar.

Güneş Tanrı belli aralarla çok sayıda insan kurbanının kanıyla beslenmezse, kızıllığını yitirip solacaktı. Solup ölmesiyle birlikte tüm canlılar da yok olacaktı. İnsanların böylece tümünün yok olmasındansa, yeryüzünde yaşamı kurtarmak için bir bölümünün yok edilmesi doğru olmaz mıydı? (22)

Aztek ideolojisinde, savaşı yücelten öteki ideolojilerde de gözlemlenebilen bir paradoks yatmaktadır: Ölüm anlamına gelen, ölümü getiren bir olgunun bir yaşam aracı olarak savunulması. Paradoksun çözümü, kuşkusuz, savaşın kime ölüm getirip kime getirmediğini saptamakta yatmaktadır.

Masailerde savaşın nedeni olarak demirciler

Yakın zamanlara dek Afrikalı göçebe çoban bir ilkel topluluk olarak yaşayan Masailer, yeryüzünün en uzun boylu ve “güzel” insanlarıdır. Bunun yanı sıra (insanlığın en etkili savaşçıları sayılamasalar da) en savaşçı halklarından biriydiler, yakın geçmişe dek. İlkel bir topluluk olmalarına karşılık, ayak işlerini görmeleri için Bantu etnik grubundan (savaşarak) köleler edinmişlerdi. Kendilerini (ve başkalarını) önce bunun inançlarına (dolayısıyla ahlaka) aykırı olmadığına inandırmalıydılar: Tanrı başlangıçta yeryüzündeki bütün sığırları (tanık var mı ki!) Masailer’e vermişti. Ama Bantular Tanrının bu buyruğunu dinlemeyip kendileri için sığır edinmeye kalkışmışlardı. Masailer de onlara saldırıp onları köle kılarak, onlardan haraç alarak (sınıflı topluma geçerken) (23) Tanrının buyruğunun gereğini yerine getirmişlerdi. “Peki Tanrı buyruğunu yerine getirmek için bile olsa savaşmak doğru mudur?” sorusuna ise Masailer şu yanıtı vereceklerdir: Tanrı başlangıçta savaşı da yasaklamıştı. Ama (kendileriyle alışveriş ettikleri halde Afrika’nın Çingeneleriymiş gibi aşağı gördükleri) Demirciler, savaş araçları yaparak bu yasağı çiğnemişlerdi. Yeryüzündeki savaşın sorumlusu (Masailer değil) bu aşağılık Demircilerdi.

İslam’da “Hak” dinin yayılmasının aracı olarak savaş

Savaşın savunuluşunu bazı dinlerde de görüyoruz. Bunun bir örneğini Azteklerde ve İspanyollarda, bir başka örneğini Masailerde gördük. Savaş, bilindiği gibi “son ve bozulmamış kutsal kitaba” sahip olduğu söylenen İslamlığın tüm insanlığa (cihat= kutsal savaş ile) yayılmasının haklı (meşru) aracı olarak sunulur. Cihat kavramı Kuran‘daki şu ayete dayandırılmaktadır:

“Fitne kalmayıp, yalnız Allah’ın dini kalana kadar onlarla savaşın.” (24)

Kuran‘da savaş aracına başvurulmasını haklı gösteren başka durumlar için başka ayetler de vardır:

“Hürmetli aylar [Hac ayları] çıkınca puta tapanları bulduğunuz yerde öldürün.” (25)

“Ey inananlar! Sizler daha üstün olduğunuz halde düşman karşısında gevşemeyin ki barış istemek zorunda kalmayasınız. Allah sizinle beraberdir; sizin işlerinizi eksiltmeyecektir.”

(26)

Kuran‘da kuşkusuz belli durumlarda (dinde) zora başvurmayı, barışı öğütleyen ayetler de vardır (27). Ancak, yeryüzüne tek (ve son) hak dinini yayma aracı olarak cihat kurumu ve din savaşında ölenlere şehit mertebesiyle cennet vaadi, müminlerin savaşa ya da barışa başvurma kararlarını verirken dinleyebilecekleri son sözü söylemektedir (28).

Son dile getirilişini Kuran‘da bulan, tek bir doğruya, tek doğru inanca (?) dayanan dinsel düşünüşün insanların kafasında savaşa açtığı kapı nasıl kapatılabilir: İnanca dayanan dinsel düşünüş yerine, neden-sonuç ilişkilerini saptayan bilimsel düşünüş ve ötedünyacı dinsel ahlak yerine budünyacı insancıl (hümanist) değerleri benimseyip yaygınlaştırmakla!

Batı emperyalizminde “beyaz adamın yükü” olarak savaş

Endüstrileşmiş Batılı ülkeler, hem “barış endüstrileri” ve “savaş endüstrileri” için yeni hammadde kaynakları arayışında, hem de yapılmış mallarını satmak için pazar kapışmalarında yerli halklar kadar birbirleriyle savaşa giriştiler. Bireysel, sınıfsal, ulusal çıkar amaçlarıyla giriştikleri bu savaşları, dinsel, etik amaçlar örtüsü altında gizleyip savunmak zorunda kaldılar. Bu yolda koloniciliğin ürünü olarak gelişen bir beyaz ırkçılığı, Büyük Savaş (Birinci Dünya Savaşı) öncesinde ve sonrasında hemen tüm Batılı ülkelerde yandaş buldu.

İlgileri ve şimşekleri Cermen ırkçılığına çeken Anglo-Amerikan kaynakları ve medyası, böylece, tarihindeki Anglosakson ırkçılığını ve beyaz ırkçılığı unutturmak ister gibidir. Bunların unutulmaması için örnekleri onlardan seçelim:

William Allen White (1868- 1944) adlı bir Amerikalı gazeteci, Anglosaksonların, denizlerin tüm adalarına sahip olma ve kendilerine bağlanmayan halkları [savaşla] yok etme hakkı verilmiş bir “seçilmiş halk” olduğu görüşünü yaymaya çalışmıştı.

Alfred J. Beveridge (1862-1927) adlı Amerikan senatörü, Tanrının Tötonik ulusları dünyanın kargaşa (kaos) egemen bölgelerinde düzeni [gene savaşla] kuracak efendiler olarak yarattığı inancındaydı.

Ama bu yolda kimse Amerikalı tarihçi Madison Grant’ın eline su dökemez. Türkçeye “Amerika Kıtasının Fethi Ya Da Irkların Yayılışı” adıyla çevrilebilecek ( 1933 tarihli) yapıtında Grant, tarihi beyaz ırkın istila ve zafer alanı olarak görmüştü. Beyaz ırkın özellikle Nordik kanı taşıyanları denizci, serüvenci, keşifçi, yönetici, örgütçü aristokrat bir soy oluşturuyorlardı (29). Bu, Nazilerin, tarihi, ırklar savaşı olarak ele alan (çarpık) görüşlerine esin verecek bir düşünceydi.

Beyaz ırkçıların çoğuna göre Tanrı, ya da doğa, tarih, beyaz ırkı üstün soy olarak yaratmakla kalmamıştı. Onlara göre, beyaz ırkın insanlığın önderliğini yapma, uygarlığı (ve Hıristiyanlığı) ilkel, pagan, vahşi, barbar, geri halklara ve bölgelere yayma görevini de vermişti. Beyaz ırk bu ağır yükü, gerekirse, uygarlığının üstün savaş araçlarını ve savaş gücünü kullanarak yerine getirmeliydi. Onların “Beyaz Adamın Yükü” olarak niteledikleri bu düşünceyi, bir söylem savaşı oyunuyla “beyaz adamın kara yükü” biçiminde geliştirebiliriz.

SAVAŞ TEKNOLOJİLERİ

Bilim aşkı (!), özellikle teknoloji hayranlığı, savaşların, insanlığın (nüfus fazlalığı gibi) öteki yollarla çözemediği sorunlarının çözümü olduğu düşüncesini besler. Ayrıca, bilimlerde ve teknolojilerde atılımlar, devrimler yaratarak insanlığa büyük yararlar sağladığı gibi bir kanıya yol açar. Bu kanı, birçok buluşun savaş amacıyla ya da savaş sırasında yapılması kanıtına dayandırılmaktadır. İşte, içindeki gerçek payı nedeniyle görece doğru olup tümden doğru görünen ama temelde yanlış bir görüş daha!

Savaşlar buluşları kamçılar mı?

Hemen her türlü araç iyi ve kötü amaçlar için bulunup kullanılabilir. Bunun en güzel örneği, dinamitin bulunuşu ve kullanılış yollarıdır. Öte yandan sorunların, güçlüklerin, buluşların anası olduğu görüşü de doğrudur. İnsan yaratıcılığının bunalım zamanlarında kamçılanmadığını kim söyleyebilir? Ancak, yaratıcılık, buluşçuluk, insanın gizilgücüdür. Buluşlar, ister araç, ister sanat, ister düşünce alanında olsun, insanın kol emeğiyle kafa emeğini birleştirmesinin sonucunda gerçekleşirler. İnsanlık için önemli buluşlar, teknikler, teknolojiler ise, deneyimin, birikimin, uzmanlaşmanın ürünüdür ve uzmanlara, araştırmalara toplumsal üretimden ayrılan pay oranında gelişirler. Bu koşullar oldukça ve insanın yaratma gizilgücü engellenmedikçe insanların, insanlığın buluşçuluğu, savaş olsa da olmasa da, sürüp gidecektir.

Teknoloji her zaman mutluluk sağlar mı?

Savaşın teknolojiyi geliştirerek insanlığın gelişmesine ve mutluluğuna katkıda bulunduğu görüşü, bazı olguları hesaba katmamaktadır. Yok olan kişileri, ezilen grupları ve sınıfları, harcanan kuşaklan, kırılan umutları, insanların kuşaklar boyu ortak emeğinin ürünü olan birikimlerinin kısa sürede yok edilmesini yok saymaktadır. Bunlar hesaba katılmadığında savaşların kışkırttığı teknolojik gelişmelerden (savaş teknolojilerinden) savaş sonrasında barışçı alanlarda da yararlanılması, savaşın insanlığa yararının zararından fazla gösterilmesini sağlayabilmektedir. Oysa savaşa harcanan olanaklar barışçı eğitim, bilim, teknoloji gibi barışçı alanlardaki yatırımlarda kullanılsaydı dünyamız daha güzel olmaz mıydı? İnsanlığın gelişme düzeyi bugünkünden çok daha ileride bulunmaz mıydı?

Savaşın kâr-zarar hesabı

Savaşın kâr-zarar hesabında göz önüne alınmayan bir başka sonucu ise, insanlarda amaçlarına ulaşmada kaba güce başvurabileceği inanç ve alışkanlığı yaratmasıdır. Bir başka görünümüyle, uzun deneyimler sonucunda geliştirilen etik değerleri aşındırması, hatta yıkmasıdır. Acı bir insanlık deneyimi olarak savaşların kazandırabileceği tek olumlu düşünce, tanrılar adına savaşmanın anlamsızlığı olmalıydı. Tanrıların savaşlarda kendileri için savaşanları korumadığı olmalıydı. İnsanların durumlarını geliştirmenin güvenli yolunun, inançla ve savaşla tanrılardan bir şeyler beklemek değil, emekle ve akılla üretip yaratmak olduğunun anlaşılması olmalıydı. Ne yazık ki insanlar ne kadar kötü duruma düşerlerse düşsünler, dine ve kendilerini o duruma düşüren savaşa yöneltilen eleştirilere kulak vermemektedirler. Çünkü bu durumlarda doğan acizlik ve sığınma gereksinimini ve insanların umutlarının durumun kötülüğüne doğru orantılı arttığı bir psikolojiye sahip olduğunu bilenlerin (katlanma, şükretme, umut etme yolundaki) sözlerine kulak verdiklerinden, yersarsıntıları, öteki doğal yıkımlar gibi, savaşların da böyle bir bilinçlenmede pek yararı olmamaktadır.

Savaşların ve savaş teknolojilerinin tarihteki önemi

Bu söylediklerim, savaşların insanlık tarihindeki yerini, rolünü ve önemini yadsımayı gerektirmez. Her şeyden önce insanlık tarihini doğru kavrayabilmek için, savaşlar gibi büyük tarihsel olguları, etkilerine oranlı olarak kavrayıp değerlendirmek gerekir. Böyle bir tutum, insanlığın büyük sorunlarını doğru kavramaya yarayacaktır. Söz konusu sorunlara gerçekçi çözümler aranmasına yardımcı olacaktır. Bu bakımdan, bu satırların yazarı, savaşların ve savaş teknolojilerinin insanlık tarihindeki ve toplumsal gelişmedeki etkilerinin, abartıldığı değil yeterince kavranmadığı görüşündedir.

İki tarih yaklaşımı

Gerçekten, savaş söz konusu olduğunda, savaşı doğru yerine oturtamayan birbirine zıt iki tarih yaklaşımının bulunduğu söylenebilir. Biri, tarihi, kronolojik sırayla verilen savaşlar (ve çıkarılan kahramanlar) dizisi olarak görüp göstermektir. Ona tepkiyle geliştirilen öteki tarih yaklaşımı, savaşları bir kıyıya itip, üretici güçler (ve kitleler, sınıflar) üzerinde odaklaşmaktır. Üçüncü bir tarih anlayışına gereksinim vardır. Bu, üretim teknolojileri kadar savaş teknolojilerine bakmak olacaktır. Dolayısıyla böyle bir yaklaşım, üretici güçler ve üretici ilişkiler kadar, “tüketici” güçleri ve “tüketici” ilişkileri göz önüne alan iki odaklı bir insanlık tarihi anlayışı olacaktır.

Çift odaklı insanlık tarihi

Üretim teknolojileri ile savaş teknolojilerinin etkileri ve birbirleriyle etkileşimi, çalar saat analojisiyle açıklanabilir. Çalmayan mekanik (kurmalı) saatlerde bir, çalar mekanik saatlerde iki zemberek (mainspring = anayay) bulunur. Biri, kurulunca saniyeleri attıran, akrebi ve yelkovanı devindiren, onları saatin türüne göre bir gün, bir hafta, bir ay çalıştırmaya yeten gücü sağlayan zemberektir. Ötekisi, saatin zillerinin, çanlarının çalmasını sağlayan enerjiyi veren yaydır. O, kurulduktan sonra, ayarlanan ana dek saatin gidişine hiç karışmaz. Yalnızca günde bir kez, saptanan anda birkaç saniye süresince karışır. Ama karışınca, yani saatin alarmı çalınca, yer yerinden oynar. Alarm çalınca saati yerinden oynatmakla kalmaz, saat sahibini de yatağından fırlatır. Çalması kadar, çalmaması da önemli sonuçlar doğurabilir. Sahibi uyuyakalır, işi ya da treni kaçırabilir.

Savaş teknolojilerine ilgimi (Dünya Tarihi adlı kitabını çevirdiğim)

William H. McNeill çekti. Tarihe McNeill’in savaş teknolojileri kavramı ile Marx’ın üretim teknolojileri kavramının yanına konularak bakıldığında, insanlık tarihinin daha anlaşılır ve daha anlamlı görüleceğini, daha değerli kavranacağını sanıyorum.

Üretim teknolojileri az çok bilindiği için, onları savaş teknolojileriyle etkileşimi dışında ele almayacağım. Daha çok, savaş teknolojileri üzerinde duracağım. Savaş teknolojilerinin insanlık tarihindeki önemi hakkında bile birkaç örnekle yetineceğim.

Sapiens’le Neanderthalensis savaştı mı?

Önce, savaşın insanlık tarihindeki rolüyle ilgili bir yanlış görüşü düzelterek konuya girmeliyiz. Bu, zamanımızdan 250 bin yıl kadar önceki kalıntılarda izine rastlanıp, 35 bin yıl önceki kalıntılardan sonra izi yitirilen Homo neanderthalensis adı verilen insan türünün yok oluşuyla ilgili görüştür. Söz konusu görüşe göre bu insan türünü, zamanımızdan 50 bin yıl kadar önce ortaya çıkan, onunla 15-20 bin yıl aynı bölgelerde (Avrupa’da ve Ortadoğu’da) birlikte yaşamış olan çağdaş tipte Homo sapiens insanı soykırıma uğratmıştır. Beyin sığası sapiens‘inkinden büyük olan bu türün, kaba elli ve kaba araçlı olduğu için, daha ince parmaklı ve daha ince araç takımına sahip olan sapiens türünün insanlarınca “avlanarak” [?] soyunun kurutulduğu ileri sürüldü (30).

Soykırım, daha gelişmiş bir silah takımı kadar daha iyi örgütlülüğü ve düşman sayılan topluluğun soyunu kurutma amacına yönelik bir ideolojiye sahip olmayı gerektirir. 16. yüzyılda bunlara sahip olan İspanyollar bile Orta Amerika’da, Amerikan yerlilerinin kültürünü kurutmuş, soyunu kurutamamışlardır. 20. yüzyılda bunlardan fazlasına (propagandaya) sahip olan Cermenlerin de Yahudileri tümden yok edemediklerini biliyoruz. Öyleyse, böyle bir işi ilkel sapiens topluluklarının düşünmesi ve başarması düşünülemez! Kaldı ki o tarihler için savaştan bile söz edilemez.

Savaş teknolojisi ile üretim teknolojisinin etkileşimi

Savaşçı ilişkilerin insanlık tarihine ilk önemli etkisini (MÖ 5. binyıldan başlayarak) hareketli bir yaşam biçimine sahip göçebe çoban toplulukların yerleşik çiftçi topluluklardan toplumsal artı aktarmak için üzerlerine egemen yönetici sınıf olarak kurulmalarının oluşturduğunu gördük. Böylece insanlığın ilkel, sınıfsız, eşitlikçi topluluk evresinden, uygar (kentli) sınıflı, devletli toplum evresine geçmesine yol açtıklarını belirtmiştik. Tarihte, hiçbir topluluğun, üretimine zorla el konmadıkça uygar topluma geçiren bir toplumsal artı ürettiği görülmez.

Öte yandan, günümüzde uygar toplumlar arasında üretim teknolojisinde ileri olan bir toplum, teknolojiyi savaş teknolojisine de dönüştürebileceği için, o alanda da üstün konumda görülür. Ama bu, tarihte ve uygar toplumlar ile barbar topluluklar arası savaşçı ilişkilerde her zaman geçerli bir durum olarak görünmez. Özellikle savaş teknolojilerinde atılım (devrim) dönemlerinde, ilkel göçebe çobanlar, savaşımcı yaşam biçimleri, savaşla ilgili hammadde kaynaklarının ülkelerinde bulunması, eşitlikçi, dolayısıyla dayanışmacı toplumsal yapılarının kazandırdığı üstün kolektif eylem gücü gibi nedenlerle, üretim teknolojisi alanında kendilerinden üstün barbar (çiftçi) toplulukları ve uygar (kentli, devletli) toplumları yenilgiye uğratabilmişlerdir. Üretim teknolojisinde üstün olan toplumun bu gücünü savaş teknolojisine dönüştürmesi, zaman alır. Dönüştürene kadar da olan olur.

Tunç savaş teknolojisinin aristokratlaştırıcı etkisi: Savaş teknolojilerinin insanlık tarihine ilk büyük çaplı etkisi ise (William H. McNeill’in saptadığı üzere (31)) tunç savaş teknolojisinin geliştirilmesiyle oldu. Tunç metalürjisi Mezopotamya’daki üretim teknolojisinde ileri uygar toplumda geliştirildi. Barbar (göçebe çoban) toplulukların yaşadıkları bölgelerden getirilen bakır ile kalayın (1/3 oranında) karıştırılmasıyla elde edildi. Tunç ve gene uygar dünya zanaatçılarının geliştirdiği tekerlek sanatı (barış teknolojileri) barbarlarca öğrenildi. Bu “barışçı teknolojiler” (tunç savaş arabaları biçiminde) savaş teknolojisine uyarlandı. Şefleri tunç savaş arabalarıyla silahlanmış Avrasya göçebe çoban kabileleri, MÖ 1700-1400 arasında uygar dünyaya art arda akınlar düzenlediler. Aryanlar Hindistan’ı, Kassitler Mezopotamya’yı, Hititler Anadolu’yu, Hiksoslar Mısır’ı, Mikenliler Yunanistan’ı fethettiler. Fetih savaşlarında en büyük rolü, atlı savaş arabaları (piyade karşısında tank gibi) oynayınca, savaşın parsasını kabile şefleri topladı. Ve fethedilen ülkelerden uygarlığa daha önce geçmemiş olup uygarlığa bu yolla geçenlerde soyluları oluşturan kabile şeflerinin yönettiği aristokratik yönetimler gelişti.

Demir savaş teknolojisinin demokratlaştırıcı etkisi: Demir savaş teknolojisi ise [gene McNeill’e göre (32)] hem savaşları hem üretimi demokratlaştırdı. Demir metalürjisi MÖ 1200 dolaylarında Anadolu’da geliştirildi. Tunç kılıçlardan daha etkili ve ucuz olan demir silahları kullanıma soktu. Bu kez göçebe çoban barbar kabilelerin yalnızca şefleri değil sıradan üyeleri de bu silahları edinebildiler. Edinince, bozkırlardan bir barbar akınları seli daha koptu. Kuzey (Avrasya) bozkırları göçebelerinden Anadolu’ya inen Frigyalılar Hitit İmparatorluğu’na, Kuzey Mezopotamya’ya inen Kimmerler ve İskitler Asur İmparatorluğu’na son verdiler.

Güney (Arabistan) çölleri göçebelerinden Kenan (Filistin) ülkesine giren İbraniler toprağa yerleşip uygarlaştılar. Aramiler ise ileride Sümer egemenliğine son vermek, yöreye dillerini dayatmak üzere, Güney Mezopotamya’ya sızan demir silahlı güney (Arabistan) bozkırları göçebeleriydi.

Demir, saban başlığı biçimi verilince, tapınak ve prens topraklarında ırgatlık yapan köylülerin, boş toprakları tarıma (daha kolaylıkla) açıp bağımsız köylüler durumuna gelmelerini sağladı.

Süvari, şövalye ve ateşli silah savaş teknolojilerinin sınıflaşmaya etkisi: Barbar akınlarının savaş teknolojisindeki gelişme dönemlerine rastlayan uygar dünya akınları sürdü gitti. Bunun örneklerinden biri, süvari teknolojisi gelişince Medlerin ve Perslerin MÖ 7. yüzyılda Ortadoğu imparatorluğunu kurmalarıdır. Öteki örneği, Frankların ve Cermenlerin, şövalye teknolojisi ile, MS 8. yüzyılda Avrupa’da feodal düzeni yerleştirişlerinde görüldü (33). Bununla bitmedi; ateşli silah teknolojisi 14- 16. yüzyıllarda (34) başlayarak feodal düzenin temellerini sarstı. Yalnızca feodal beylerin kalelerini değil, feodal düzenlerini başlarına yıktı. Hızını alamayıp, savaş ve ticaret gemileri ile birleşerek (ship and gun = gemi ve top ikilisiyle) dünyayı burjuva toplumuna ve Batı egemenliğine açmaya başladı.

Barbar-uygar etkileşiminin ticarete, ekonomiye etkisi: Örneklerde gösterilmeye çalışıldığı gibi, insanlık tarihinin itici gücü olarak üretim teknolojileri yanı sıra savaş teknolojisinin etkisine de bakılmalı. Üretim ilişkileri yanı sıra savaş ilişkilerine göz atılmalı. Çünkü savaş teknolojileri, üretim teknolojileri gibi, toplumsal artı aktarımıyla sıkı ilişkili olan, dolayısıyla uzmanlaşmanın, teknolojik gelişmenin itici gücünü oluşturabilen bir etmendir. Ayrıca savaş teknolojilerinin toplumlara etkisine bakmak, barbar topluluklar ile uygar toplumların ve üretim teknolojileri ile savaş teknolojilerinin etkileşimini daha iyi yakalamayı sağlar. Bu, aynı zamanda barbar-uygar savaşçı ilişkileri üzerinde, gittikçe daha büyük çapta ticaret ve ekonomik bütünleşme ilişkilerinin (küreselleşmeye dek) gelişmesini daha iyi izleme olanağını verir.

Savaşın kirli mirasının arındırılması

Bu durumda savaşa ve savaş teknolojilerine karşı tutumumuz ne olmalı? Onları kınayacak mıyız, yüceltecek miyiz? Savaş teknolojilerinin acı bedellerini geçmiş kuşaklarımız ödemiştir. Barış teknolojilerine dönüştürülen mirası bize kalmıştır. Bu mirası (kalmışsa kirlerinden arındırarak) kullanacağız. Ama gelecek kuşaklara, savaşların ve savaş teknolojilerinin ürünü olmayan temiz miraslar bırakmalıyız.

Savaş teknolojisinin gelişiminin kronolojik özeti

www.warscholar.com adresinden özetleyerek çevirdiğimiz kronolojiyi sunuyoruz.

MÖ 3000’den başlayan kronoloji, bilişim alanının yeni yeni geliştiği 1980’lerde son buluyor. Dolayısıyla, silah teknolojisinin, bilişim teknolojisinin yarattığı olanaklarla kazandığı yeni boyutlara, bu çalışmada yer verilmiyor. Belirtilmesi gereken bir diğer nokta, kronolojinin savaş teknolojisinin gelişimini klasik Avrupamerkezli tarih anlayışıyla izliyor olması. Eksiklikleri, bu çerçevede değerlendirilmelidir. Savaş tarihine kuşbakışı bakıldığında, saldırı ve savunma araçlarının eşzamanlı biçimde geliştiği, okurlarımızın da dikkatini çekecektir.

MÖ 30.000 Avcılar, ilkel tahta yay kullandı. 1453 İstanbul’un düşüşünden sonra, Rum ateşi kullanımdan kalktı.
MÖ 12.000 Mızrak kullanıldı. 1460-1480 Almanlar ilk küçük barutlu silahı (fitilli tüfek) yaptı.
MÖ 8.000 Balta, mızrak ve ok için yontularak keskinleştirilmiş taş kullanıldı. Balta sapı ve mızrak gövdesi olarak tahta sopa kullanılıyordu. Basit yaylar, mızrak atıcıları, kargı ve sapanlar vardı. 15. yy Sonları Arbaletin silah olarak kullanımı sona erdi. Fitilli tüfek ve çakmak taşlı tüfekler onun yerini aldı.
MÖ 8.000 Yerleşimi davetsiz konuklardan korumak için duvarlar yapıldı. Erken Bronz Çağı Gürz ele göre şekillendirildi. Hızını ve vuruş gücünü artırmak için sap eklendi. 15. yy Sonları Fransızlar, yeni ve geri tepmesi az top arabası geliştirdi.
MÖ 3000 Bileşik yaylar kullanıldı. Bükülmeye direncini artırmak için, yayın ortası bir boynuzla desteklendi; yayın önüne kiriş eklenerek, hız ve germe gücü arttırıldı. 1501 Fransızlar, gemilerde bordalara top delikleri açtı.
MÖ 3000 Mezopotamya’ da astarlanmış tunçtan miğfer kullanıldı. 1515 Küçük silahlar için emniyet kilidi mekanizması geliştirildi.
MÖ 3. Binyılın Ortaları Önce Mezopotamya’da sonra Suriye, Filistin ve Mısır’da, gürz başlığı için bakır kullanıldı. 16. yy Zırh törensel bir araç halini aldı.
MÖ 2500 Sümerliler tunçtan mızrak ucu, balta başı ve miğfer yaptı. Miğferin dayanıklılaşması, gürz başını keskinleştirdi. 16. yy Taş fırlatan toplar, taşları gülle biçiminde yontmanın zorluğundan, kullanımdan kalktı.
MÖ 2500 Sümerliler sapın girebileceği deliği olan balta başı yaptı. 1543 İngilizler güvenilir demir toplar yaptı.
MÖ 2500 Sümerliler, 4 tekerlekli ve 4 eşek tarafından çekilen, dingilsiz savaş arabası kullandı. 1592 Zırhlı deniz aracı ilk kez, Koreliler tarafından Japonya ile yapılan savaşta kullanıldı.
MÖ 2. ve 3. Binyıllar Mısır’da ve Mezopotamya’da elektrumdan yapılma miğfer ve vücut zırhı kullanıldı. 1608 Teleskop icat edildi.
MÖ 200-1400 Giritliler, omurgalı ve ıskarmozlu gemiler kullandı. 17. yy Sonları Süngü yapıldı. Süngü mızrağın yerini, çakmak taşlı tüfek de fitilli tüfeğin yerini aldı.
MÖ 1850 Bakır silahlar dövülerek güçlendirildi. 1750 Top namlusu yekpare olarak yapılabildi, bu da topun isabet gücünü artırdı.
MÖ 1700 Yunanlılar koruyucu tunçtan zırh, kuvvetli kılıçlar ve süngüleme mızrakları kullandı. 1780 İngilizler kömürlü merdane yaptı.
MÖ 1600 İran kabileleri, savaş atı ve 2 tekerlekli savaş arabası kullandı. 1801 İlk çarklı gemi yapıldı.
MÖ 2. Binyılın Ortaları Mısır, Hitit ve Filistin savaş arabaları çok hafif ve ileriydi; 2-3 atla çekiliyordu. Atların göğsüne koruyucu kuşak takılıyordu. 1803 Henry Shrapnel, patlayan ve metal parçaları saçan top mermisini (şarapnel) icat etti.
MÖ 1500 Mezopotamya, Suriye ve Mısır’da, balık pulu biçiminde üst üste binen tunç tabakalardan oluşan zırh kullanıldı. 1820 İlk demirden buharlı gemi yapıldı.
MÖ 1500 Balta, orak kılıca (içbükey eğri yüzlü ve kalın saplı tunçtan kılıç) dönüştü. 1829 Gemilerde çarkların yerini pervane aldı.
MÖ 1400+ Kılıçlar demirden yapılmaya başlandı, uzun yüzlü kılıç yapıldı. 1846 Pamuk barutu bulundu.
MÖ 2. Binyıl Sonu İnsan taşıyabilecek güçte at yetiştirildi, savaş arabası kullanımı azaldı. 1849 C. Minie, minie güllesini yaptı.
? Dövülmüş tunçtan göğüs zırhı ve baldır zırhı kullanıldı. Eski Yunan’daki ağır zırhlı piyade askerlerinin mızrakları 9 ayak, Büyük İskender’in mızrakları 18 ayak uzunluğundaydı. 1850 W. Bauer ilkel bir denizaltı yaptı.
MÖ 400 Persler savaş filleri kullandı. Sirakuza’nın yöneticisi Dionysus, mühendislerine Kartaca Savaşı için askeri mekanik cihazlar yapılmasını emretti. Gastropel, mekanik ağır silahların erken bir örneğidir. 19. yy Ortası Topların iç basıncını ölçme tekniklerinin gelişmesiyle, daha etkili toplar yapıldı.
MÖ 400 Romalılar, küçük, oval kalkan kullandı. 1853 İngilizler Enfield tüfeğini kullandı.
MÖ 300 Civarı Yunanlılar’da zincirden yapılmış zırhlar görüldü. Bu zırhlar daha önce Keltler tarafından Asya’da bulunmuştu. Zincir zırh, şiddetli darbelere ve atılan nesnelere karşı etkiliydi. 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında, ilk kez Ruslar mayını stratejik bir silah olarak kullandı.
MÖ 300 Ortası Mancınık benzeri mekanik ağır silahlar, gerilme gücünün yanı sıra, burulma gücünü de kullanmaya başladı; böylece güçlü aletler yapılması sağlandı. 1862 Mitralyözün patenti alındı.
MÖ 264 1. Kartaca Savaşı sırasında Romalılar, gemileri için borda rampası geliştirdi. 1860’1ar Amerikan İç Savaşı sırasında, yüksek kalite dökme demirden, yivli toplar yaygın kullanıldı.
MÖ 1. yy Romalılar, pilum (beş ayak uzunluğunda ve ucu mızrak kafasından oluşan bir silah) yaptı. Pilum, yumuşak demirden yapıldığı için bir cisme çarptığında eğiliyordu; bu da silahın düşmanın eline geçtiğinde işlevsiz hale gelmesini sağlıyordu. 1867 A. Nobel dinamiti icat etti.
MÖ 40 Roma gemileri büyük mancınıklar ve kulelerle tasarlandı. 1875 A. Nobel, dumansız barutu icat etti.
MS 70 Roma mancınıkları 55 poundluk taşı 400 yarda ve ötesine göndermeye başladı. 1880’ler Buharlı torpido gemileri liman savunması için kullanıldı. Bunlar daha sonra modern torpido ve denizaltı muhribine dönüştü.
MS 1. yy Romalılar, delici ve ezici darbelere karşı dayanıklı, dilimli demir gövde zırhı kullandı. l896 İlk defa zırhlı ve silahlı araba tasarlandı.
MS 2. yy Romalılar haberleşme güzergâhlarına kaleler inşa etti. 1900 Zeplin yapıldı.
MS 3. yy Roma kalelerinde yon kuleler kullanıldı ve daha kalın duvarlar, daha az kapı, daha geniş hendeklerle inşa edilmeye başlandı. 1903 İlk motorlu uçak denemesi yapıldı.
MS 378 Adrionople Savaşı, süvari gelişiminin başlangıcını işaret eder. l904 C. Hulsmeyer radarın patentini aldı.
MS 7. yy Demir üzengi yaygınlaştı. 1904-1905 İlk defa Rus-Japon Savaşı’nda telsiz haberleşmesi kullanıldı.
MS 678 Deniz suyuyla temas ettiğinde alev alan Rum ateşi (güherçile, sülfür, petrol, zift karışımı), ilk defa Bizanslılar tarafından kullanıldı. 1914 Denizaltılar savaşta önemli bir rol oynamaya başladı.
MS 9. yy Geniş tekerlekli tahta kuşatma kuleleri, acılan köprüler, istihkâmlara karşı kullanıldı. Büyük şahmerdanlar gelişti. 1915 İngilizler, denizaltı savar silahı olarak sualtı bombası kullandı. P. Langevin sonarı geliştirdi. Makineli tüfeklerin pervanesiyle senkronize olan ilk savaş uçağı Fokker yapıldı. Siper havanları ilk defa kullanıldı.
MS 9. yy Arbalet (mancınık) ortaya cıktı. 1. Dünya Savaşı Uçaksavarlar kullanıldı. Savaşın sonunda keşif ve hava savunmasında kullanılmak üzere uçak gemileri ve alev makineleri geliştirildi.
MS 9. yy Sonu At nalları kullanıldı. 1916 Fosgen gazı geliştirildi. Mark 1 tankları ilk defa çatışmada kullanıldı.
MS 9. yy Çinli kimyagerler, barutun öncülü olacak siyah bir toz üretti. l926 İlk sıvı iticili roket fırlatıldı.
MS 10.-11. yy Kale inşasında hendek, kazıklı çit ve köprü gibi savunma amaçlı unsurlar kullanıldı. Dış duvarlar ağaç yerine taştan yapılmaya başlandı. l930’lar 1. Skorsky helikopteri geliştirdi.
MS 11. yy Mahmuz kullanıldı. Şövalyelerin giydiği örgü zırh, uzun ve dar hale geldi, kollar bileğe kadar uzadı. Dize kadar uzanan zırhlı yelek giyildi. Burnu örten bir uzantısı olan demirden miğfer de kullanıldı. 193l Döteryum keşfedildi.
MS 11. yy Uzun yay ortaya çıktı. 1935 A. Watson-Watt uçakları tespit eden bir radar geliştirdi.
MS 12. yy Savaş eyeri geliştirildi. Savaş atlarının büyüklüğü, gücü iyileştirildi. Zırhlı, çömlek biçimli, bütün yüzü örten bir burun koruması olan kask kullanıldı. 2. Dünya Savaşı Sovyetler ilk defa roket-atar kullandı.
MS 12. yy Trebuşet (büyük kayaları fırlatmak için kullanılan kuşatma silahı) kullanıldı. 1940 Plutonyum keşfedildi.
MS 12. Yy Sonu Şövalye zırhının arkasına, zırh levha eklendi. 1942 Atom bombası yapmak için Amerika, Monhatton Projesi’ni başlattı. Tanksavar roketi ya da bazuka yapıldı. Bazukadan önce, zırhlandırılmış tanklara ciddi anlamda zarar verecek bir silah yoktu. Uçak gemileri donanmaların temel saldırı aracı haline geldi.
MS 13. yy Örgü zırhlar, eldiven yapımında ve atlarda kullanılabilecek kadar geliştirildi. Yelken donanımlı, geniş direkli gemiler yapıldı. 1943 İlk kez radyo kontrollü gemisavar füzeleri kullanıldı.
1250 Arka levhaları dengelemek için zırhın önüne göğüs levhası eklendi. 1944 Almanlar ilk VJ ve V2 roketlerini kullandı. İlk Alman askeri jeti Messerschmidt, savaşta kullanıldı.
1290-l325 Zırhlı levhalar, uç noktalarda ve eklem yerlerinde de kullanıldı. Kalkanlar küçüldü. l945 Atom bombası geliştirildi ve kullanıldı.
MS 14. yy Modern barutun reçetesi bulundu. Pusula, usturlab ve geliştirilmiş dümenler sayesinde, uzun mesafeli okyanus yolculukları yapılabildi. 2. Dünya Savaşı Sonları Akustik güdümlü torpil geliştirildi.
1315 İsveçliler, 18 ayak uzunluğunda mızraklar kullandı ve mızraklardan oluşan kare şeklindeki taktiksel dizilişi geliştirdi. 1945 Sonları Ağır silahların yerini belirlemek için radar tekniklerinin kullanımı, kendi kendine yönlenen ağır silahların yapımına öncülük etti.
1327 Bilinen en eski barutlu silah kullanıldı. 1950-53 Kore Savası sırasında jet uçakları uçak gemilerinden ilk savaş uçuşlarını gerçekleştirdi. Helikopterler ilk kez geniş ölçekte kullanıldı.
1357-1453 İngiliz uzun yayı, Yüzyıl Savaşı’nda zafer kazandı. Çok yelkeni ve direği bulunan, düz gemiler, tek direkli, tek yelkenli dairesel gemilerin yerini aldı. Hızlıydılar ve top kullanılabiliyordu. 1954 Amerika, ilk hidrojen bombasını test etti. Uzun menzilli, kıtalararası balistik füzeler, Amerika tarafından geliştirildi. İlk nükleer denizaltı Noutilus kullanıma girdi.
1385 Portekizliler, bocurgatı etkin bicimde kullandı. 1961 Nükleer güçle çalışan savaş gemisi yapıldı.
Geç 14. yy Taştan gülleler fırlatan, dövme demir kuşatma topları kullanıldı. l963 Yaklaşan Sovyet füzelerini belirlemek üzere, Kuzey Amerika erken uyarı radar sistemi oluşturuldu.
15. yy Deniz araçlarında top kullanıldı. İstihkâm ve kale duvarları daha güçlü toplara karşı korunabilmesi için, daha kalın ve alçak inşa edildi. 1964-73 Vietnam Savaşı sırasında karadan havaya füzeler, etkin kullanıldı. Hovercroft iç kısımlardaki su yollarında kullanıldı.
1400-1500’1er Ucunda savaş baltası bulunan uzun mızraklar, Avrupa’da yaygınlaştı. 1967 Karadan karaya füzelerin ilk etkin kullanımı.
15. yy Top namlusunun iki yanına tutturulan millerden oluşan ve topun namlusunun taşıyıcı üzerinde aşağı-yukarı hareketini sağlayan muylu yatağı geliştirildi. 1980’ler Yazılım kontrollü silah sistemleri yaygın bir bicimde kullanıldı.
1400-1430 Bronz toplar, dövülmüş demirden toplarla rekabet etmeye başladı. 1980+ Seyreltilmiş uranyumlu mermiler, zırhlar ve radara yakalanmayan uçaklar geliştirildi.
1440 Tamamen zırh levhadan oluşturulan ilk giysi.


Dünya tarihinde kimi savaşlardaki insan kayıpları

İnternette savaş üzerine sayısal veriler araştırılırken, dünya tarihindeki savaş sayısı ve tüm tarih boyunca savaşlarda ölmüş toplam insan sayısı gibi kimi verilere ulaşmak mümkün oluyor. Örneğin, Dupuy-Dupuy’un, Askeri Tarih Ansiklopedisi, MÖ 3500’den Günümüze adlı eserini kaynak gösteren bir veri, dünya tarihi boyunca 4345 muharebe ve kuşatma olduğunu söylüyor. Bir savaşta, birden fazla muharebe olabileceğinden, savaş sayısı bundan daha az, olasılıkla. Yine, Todorov isimli bir Rus yazarını kaynak gösteren bir veri de, tarih boyunca savaşlarda ölmüş insan sayısının 3 milyar 600 milyon olduğunu söylüyor. Tabii, bu bilgilerin bilimsel acıdan güvenilirliği konusunda, elimizde yeterli delil olmadığını belirtelim. Aşağıda, kimi savaşlardaki insan kayıplarına ilişkin veriler sunuyoruz. İnternette, Historical Atlas of the Twentieth Century (http://users.erols.com/mwhite28/20centry.htm) adlı siteden alıntıladığımız verilerde, “güvenilirlik açmazını” asabilmek için, birden fazla kaynağın söylediği sayıyı almaya çalıştık. Yapıtlarından verilerin aktarıldığı kişiler, sayıların yanındaki parantez içlerinde, kaynaklar da yazının sonunda yer almaktadır. Eğer sayıların yanında, kaynak kişi belirtilmemişse, site yazarı Manhew White’ın sunduğu veriler alıntılanmış demektir.

Peloponez Savaşı (MÖ 431-404) 18.800 insan (Sorokin) Amerikan Bağımsızlık Savaşı (1775-1883) 34.000 insan (Levy), 20.000 insan (Eckhardt).
Yunan-Pers Savaşı (MÖ 500-449) 18.800 insan (Sorokin) Kırım Savaşı (1853-1856) 264.200 insan (100 bin Rus, 45 bin Türk, 95 bin Fransız)
Büyük İskender’in Fetihleri (MÖ 335-325) 14.750 insan (Sorokin) Amerikan İç Savaşı (1861-1865) 618.000 insan (Amerikan Ansiklopedisi)
Çin-Hun Savaşları (MS 200-600) 100.000 Çinli, 200.000 Hun. Paris Komünü’nün Bastırılması (1871) 20.000 insan
İslamiyet’in yayılması sırasındaki savaşlar

(MS 700 ve sonrası)

698.200 insan (Gibbon) 1. ve 2. Balkan Savaşları (1912-1913) 143.000.000 insan (Echkardt)
Haçlı Seferleri (1095-1291) 1.000.000 insan (Wertham), 5.000.000 (Aletheia) 1. Dünya Savaşı (1914-1918) 8.500.000 askeri ölüm 9.442.000 (Urlanis); 13.000.000 civarında sivil ölüm, 12.599.000 (Eckhardt)
Moğol Fetihleri (13. yüzyıl)

Cengiz Han’ın Fetihleri

4.347.000 insan, Orta Asya’da üç şehirde; 160.000 Harzemşahlı; 90.000 Bağdatlı Rus Devrimi (1917-22) 300.000 asker, 500.000 sivil (Eckhaıdt).
Kubilay Han’ın Fetihleri 100.000 Çinli, 100.000 Japon (Gibbon). 2. Dünya Savaşı (1937-1945) 51.400.000 insan, 19.000.000’u asker.
Timmurlenk’in Fetihleri 2.000.000 insan Çin İç Savası (1945-49) 1.000.000 insan
Yüzyıl Savaşları (1337-1453) 185.250 insan savaş alanında, 6.500.000 sivil Fransız, aynı yüzyılda. Sivil ölümlerinde, savaş ortamının yarattığı kıtlık, açlık koşulları ve veba salgını etkili. Vietnam Savaşı (1965-75) 2.163.000 insan (Britannica), 2.058.000 insan (Echkdart), 3.000.000 insan (Chomsky)
Amerika’nın keşfedilişi ve sömürgeleştirilmesi sırasındaki savaşlar (1492 ve sonrası) 30.000.000 Amerikan yerlisi İran-Irak Savaşı (1980-88) 377.000 (Eckhardt), 400.000 (Hammond)
Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) 2.071.000 insan savaş alanında; 7.500.000 sivil Alman 1. Körfez Savaşı (1990-91) 150.000 Iraklı savaş sırasında. 1 milyon Iraklı, 561.000’i çocuk; savaş sonrasında ambargoda.
Fransız Devrimi Savaşları (1792-1802) 663.000 insan (Levy), 2.030.000 insan (Eckhardt), 731.740 insan (Sorokin). Bosna-Hersek Savaşı (1992-95) 175.000 insan.
Napolyon Savaşları (1803-1815) 3.000.000 asker 1.000.000 sivil.

Tablonun Kaynakları

1) M. D. Aletheia, The Rationalist’s Manual, In a chapter entitled “The Fruits of Christianism”, 1897. (http://www.infidels.org/library/historical/m_d_aletheia/rationalists_manual.html#1.1.25).

2) Encyclopaedia Britannica, l5th ed., 1992.

3) Chomsky, Noam, The Chomsky Reader, 1987; Deterring Democracy, 1991.

4) William Eckhardt, World Military and Social Expenditures, 12th ed., 1987.

5) Gilbert, Martin, A History of the Twentieth Century, 1997.

6) Hammond, Atlas of the 20th Century, 1996.

7) Levy, Jack, War in the Modern Great Power System, 1983.

8) Sorokin, Pitirim, Social and Cultural Dynamics, Vol.3, 1937-1962.

9) Urlanis, Boris, Wars and Population, 1971.

1O) Wertham, Fredric, A Sign For Cain: An Exploration of Human Violence, 1966.

11) Matthew White, Historical Atlas of the Twentieth Century, (http://users.erols.com/mwhite28/20centry.htm)

Sonuç: BARIŞ DUASI

Yaşam bir savaş değildir. Savaş bir doğa yasası, hiç değildir. Savaş insanlığın kültürel evriminin belli bir noktasında ortaya çıkmıştır, belli koşulların ürünüdür. Söz konusu kuşakların değişmesiyle savaş da insanlığın yakasını bırakacaktır. Daha doğrusu, insanlık savaşı başından atacaktır. Sınıflı toplumu ve devleti de. Belki onlarla birlikte, belki onlardan önce, belki onlardan sonra. Bu, koşullara bağlı.

Ancak, savaş sınıflı toplum ve devlet gibi kültürel evrimin ürünü olmakla birlikte, köklerini insan psikolojisinin derinlerine salmıştır. Ve insan psikolojisi, insanın organik evriminin ürünü olan insan fizyolojisine dayanır. Bununla birlikte, psikolojimiz tümden doğal bir veri olmayıp koşullara göre biçimlenir. İnsan gelecekte, organik evrimine karışarak fizyolojisini değiştirebilir mi? Örneğin adrenalin salgısını denetleyebilir mi? Ya da tehlike, güvensizlik koşullarında insanın umarsızlık (desperation) psikolojisine düşmesine katkısı olan beynin (bildiğimiz-bilmediğimiz) öteki salgılarını denetleyebilir mi? Denetleyebilirse ne ölçüde ve ne zaman? Bunu bugünden bilemeyiz.

Ama bugünkü doğamızı korku, güvensizlik psikolojisine yönelten koşullarını biliyorsak onları önleyebiliriz. Nasıl mı? Her toplumun her bir üyesine bireysel ve toplumsal güvenlik sağlayacak örgütlenmelere giderek. Toplumsal örgütler, ne doğanın ne de Tanrının verileridir; insanlarca oluşturulup geliştirildiklerine göre bu, olanaksız görünmüyor. Özetle savaşsız bir yaşam olanaklıdır. Bunu kuzenlerimiz goriller başarmıştır. Onlardan çok daha ileri organik ve kültürel donanıma sahip olan insanlar da başarabilir.

Bu noktada paradoksal bir durumla karşı karşıyayız. İnsanın (gorilden farklı olarak) “kavgacı” olması da gorilinkinden daha ileri organik evrimine (bozmaddesinin gelişkinliğine, dikilişine) ve kuzenlerinden daha ileri kültürel evrimine (maddesel ve simgesel araçlarına) dayanır. Bir başka deyişle insan, doğal olarak, doğanın ”en yırtıcı hayvanı” değildir. Amaçlarına ulaşmada en etkili araçlar yapabildiği için öteki canlılara ve kendi türünden canlılara en büyük zararları verebilmektedir. Ama aynı araçlar savaşçı amaçlar kadar, barışçı amaçlara ulaşılmasında da etkilidir.

Savaşın insanlık tarihinin (sınıflı toplum ve devlet dönemi gibi) kalıcı olmayan bir döneminin kurumu olduğunu belirttik. Sınıfların ve devletin bulunmadığı ilkel topluluk dönemlerinde (dar anlamıyla) savaşın da bulunmadığı anlaşılıyor. Çağdaş ilkel topluluklarda çatışmalar (uygarların ilkellerin varlıklarına yönelen saldırılarla karşılaşılmadıkça) cana ve mala fazla zarar vermeyen kavgaları pek aşmıyor. Ama bu da bizi yanıltıp (yanlış) umutlandırmamalı. Onların kavgalarının böyle kalması (güvercinlerin, gorillerin durumunda olduğu gibi) doğalarının, toplumsal düzenlerinin “iyi” olmasından çok, araçlarının bizimkiler kadar etkin (ileri) olmamasıdır. Öyleyse çözüm, ne ilkel topluluğa dönmekte ne de teknoloji düşmanlığında yatmaktadır. İlkel topluluk eşitlikçi, dayanışmacı, paylaşmacı değerleriyle (içte) insan-insan ilişkilerinde güvensizliğin bulunmadığı bir toplumdur. Ama öteki topluluklarla (dışta) ilişkilerde hiç de güvenli koşullar sunmaz. İnsan-doğa ilişkilerinde ise geri teknolojisinden dolayı uygar toplumun insanından çok daha güvensizdir.

Çözüm, daha önce belirtildiği gibi ilkel toplumun eşitlikçi örgütlenişi, dayanışmacı, bölüşmeci değerleri ile, ancak uygar toplumun teknolojisiyle altından kalkılabilecek “bolluk” koşullarını birleştirmeye çalışmak olarak görünüyor. Bu yolda neler yapılabilir:

1) Avcı, savaşçı, yönetici kültürel kalıtımın üstüne kurulup oturmuş erkek kültürüne eleştirel yaklaşımlar geliştirilebilir. Onun bazı değerlerinin yerine kadın kültürünün (saymaya kalkmayacağım) bazı değerlerinin seçilip, kız çocuğu-erkek çocuğu ayrımı yapılmaksızın toplumsallaşma, eğitim, medya kurumlarıyla gelecek kuşaklara mal edilebilir. Bu yolda bazı kurumlarda erkekleri yönetimden uzaklaştırmak gerekebilir. Hiç değilse kadınlara yüzde 50’nin üzerinde bir kota tanınabilir.

2) Göçebe yaşam biçiminin savaşçı eğilimi, göçebeliğin tarihe gömüldüğü çağımız için barışa tehlike oluşturmaz. Ancak (Batılıların Yeni Dünya’da ve Eski Dünya’nın Güney Afrika gibi bazı bölgelerinde yaptıkları anımsanarak) benzeri şiddetli güvensizlik durumları yaratan toplu göç olgusu ve sorunları çözülmelidir.

3) Bugünkü biçimiyle emeğe dayanmayan (ya da oransız dayanan), başkalarının yararlanmasına kapalı, miras ile ancak belli kişilerin yararlanmasına açık, sahiplerinin bile çok az yararlandığı “sahiplenici” mülkiyet yerine emeğe dayalı “yararlanıcı” kullanım kurumları geliştirilebilir.

4) İnanca dayanan ötedünyacı değerler için bu dünyayı harcayabilen değerlere sahip dinsel kültür ve düşünüş eleştiriye açılabilir. Onun yerine bilimsel düşünüşe da yanan, budünyacı ve insancıl (hümanist) değerler geliştiren eleştirel dünya görüşleri oluşturulabilir.

5) Devletin sağladığı yurttaşlık hakları yerine, bir savaş makinesi olan devletin yerini alacak kurumlarca insan hakları geliştirilebilir. Bunların başına, yaşam hakkının yanına “savaşmama (ölmeme, öldürmeme) hakkı” konabilir. (Birçok ülkede kaldırılmış, birçoğunda kaldırılmak üzere olan) askerlik gibi bir yurttaşlık görevi yerine “paralı askerlik” (profesyonel ordu) edinme yolu da kapatılabilir. Bunun için burjuva iş hukukundan bile çıkarsamalar yapılabilir: “Yaşamı tehlikeye atan (ölme, öldürme olasılığı bulunan) sözleşme yapılamaz. Ve bir kimsenin gelecek yılları hakkında seçme özgürlüğüne ambargo koyan (örneğin bir yılı aşan) iş sözleşmeleri geçerli sayılmaz” kuralı getirilebilir. Böylece askerliğin bir meslek, bir kariyer, bir uzmanlık olmasının yolları tıkanabilir. İnsan hakları için de güvenlik hakkı, yalnızca can güvenliği değil, genel ve (örneğin aç açık kalmama gibi) her hak alanında özel gelecek güvenliği geliştirilip gerçekleştirilebilir.

6) Son olarak, bir düş, fantezi gibi görünse de, vejetaryenlik özendirilebilir. Hitler örneği onaylamasa da, kitlesel çapta ele alındığında, et yemeyen, yiyemeyen insanların savaş kararı almaya aklının, savaşa katılmaya gönlünün, adam yaralayıp öldürmeye elinin varmayacağı söylenebilir.

Bir barış duasında böyle düşler görülebilir. Gerçeklik dünyasında ise savaş, bir yönüyle toplumsal ve topluluklar arası örgütlenme biçimleriyle, bir yönüyle bireysel davranışlarla ilgilidir. Genel olarak bireylerin ve toplumların güven ve güvensizlik duyguları, karşılaşılan sorunları akılcı, barışçı yollarla ya da duygusal tepkilerle, şiddetle çözme yolundaki kültürel gelişkinlik düzeyleriyle ilişkilidir. Güvensizlik duygusu ise, güvensizlik yaratan nesnel koşulların kaldırıldığı durumlarda bile bir süre sürebilmektedir. “Güven aralığı” denebilecek bu süre, duygulara bırakılırsa, tarih bilincinin derecesine göre, o konuda geçmişte yaşanan güvensizlik süresi kadar sürebilir. Ama insanın rasyonel yanına seslenen açıklama ve düşüncelerle bu süre kısaltılabilir. Altyapısal temelleri atılmışsa, insanın insana duyduğu güvensizlik, birkaç kuşak içinde güvene dönüştürülebilir; dönüştürülmelidir ki savaşın kökü kurutulabilsin.

Dipnotlar

1) Ayrıntılı açıklama için bak. Adam Şenel, İnsan ve Evrim Gerçeği, Ankara, 2003, Özgür Üniversite Kitaplığı, s. l6l vd.

2) ABD başkanlarından Theodore Roosevelt, Birinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’de uygulamaya konan New Deal (Yeni Uzlaşma) programının mimarı Franklin D. Roosevelt (l882-l945) ile karıştırılmamalı.

3) Edward McNall Burns, Çağdaş Siyasal Düşünceler l850-1950, çev. A. Şenel, Ankara, 1984, Birey ve Toplum Yayınları, ss. 448-9.

4) Benito Mussolini, “Fascismo”, Enciclopedia ltaliana (l932) kaynağından çev. Pars Esin; bak. Mete Tunçay (der.) Batıda Siyasal Düşünceler Tarihi Seçilmiş Yazılar (Yakın Çağ cildi), Ankara, 1969, A.Ü. SBF Yayını, s. 251, 256 ve 253. Ayrıca Mussolini, savaşı ahlaka ters değil, düz bulmuştu. Bunu bir konuşmasında (ve yazısında) söylediği şu sözlerden çıkarıyoruz: “Herkesten çok [Zor Üstüne Düşünceler adlı yapıtın yazarı] Sorel’e borçlu sayarım kendimi. Bence [de] zora başvurmak ahlaka uygundur. Pazarlık ve tavizlerden daha uygundur ahlaka.” (Daha fazla bilgi için bak. Adam Şenel, Sağcı Düşünüşün Kritik Tarihi, Ankara, 1968, Doğan Yayınevi, s. 181.

5) Karş. Adolf Hitler, Kavgam, çev. Mine Toker, İstanbul l 975, Toker Yayınları (2001 tarihli l6. baskısı), s. l6l vd.

6) Hitler, Kavgam, ss. 299-300.

7) Robin Blackburn’ün bir saptaması.

8) William l. Shirer, Nazi İmparatorluğu, çev. Rasih Güran, İstanbul, 1970, Ağaoğlu Yayınevi, cilt 1, s. 146.

9) Ayrıntılı bilgi için bak. Osman Gürel, Yaşamın Kökeni, İstanbul, l999, Pan Yayıncılık, s. l2.

10) Ayrıntılı bilgi için bak. Alâeddin Şenel, İlkel Topluluktan Uygar Topluma, Ankara, 1995, Bilim ve Sanat Yayınları, s. 255.

11) Devletin baskı aygıtları (DBA) ve devletin ikna aygıtları (DİA) ayrımı için bak. Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları (çeşitli çeviri ve baskıları).

12) Genler canlıların fizyolojilerini belirler, duygularını ve düşüncelerini belirlemezler. Duyu organları organik evrimin ürünüdür; duygu ve düşünceler ise, kültürel evrimle ilişkili olgulardır. Dolayısıyla, kalıtımla değil “kültürel kalıtım” ile geçerler. Savaş, hatta saldırganlık, duygularla ve düşüncelerle ilgili durumlarda karmaşık nedenlerin sonucu olan davranışlardır. Tek bir duygu, tek bir düşünce bile kalıtımla ana babadan çocuğa geçmez. Düşünceler geçseydi, binlerce yıldır kullanılan (düşünme aracı olan) sözcükler bebeğe geçerdi. Duygular geçseydi bebekler, İngiliz olup Cermen ırkçılığını savunan Houston Stewort Chamberlain’in (1855-l927) sandığı gibi “bir Yahudi çocuğu [bebeği] Alman çocuğunun [bebeğinin] bulunduğu odaya girince çok derinden gelen bir duyguyla ama mutlaka aglamaya başlar” idi (Bak. Muzaffer Şerif, Irk Psikolojisi, s. 14’den Şenel, Irk ve Irkçılık Düşüncesi, s. 99). Bebek hangi dili konuşan ailede, toplumda yetişirse yetişsin, ana babasının dilini (ögretilmeden) konuşabilirdi. Hiç değilse bir iki sözcüğü söylemeliydi. Duygular ve düşünceler kalıtımla geçmezler, çünkü Hume’dan (1711-1776) beri biliniyor ki insan “tabula rasa” bir beyinle doğar, duygular ve düşünceler içine sonra dolar. Saldırganlık konusunda ayrıca bak. Türker Alkan, Saldırganlık Önyargı ve Yabancı Düşmanlığı, İstanbul, 1983, 208s.

13) Ayrıntısı ve çizelgesi için bak. Şenel, İnsan ve Evrim Gerçeği, s. 94. İnsanın güçlü belleğinin ürünü olan zaman kavramının korku yanı sıra, öteki ürünü umuttur. Belli belirtileri izleyen olumlu gelişmeleri anımsamak ve ummaktır. Korku kadar olmasa da umut da savaş psikolojisinin bir öğesidir. Gerçekten düşünürler ve politikacılar bunun bilincindedirler ki geçmişinde Yunan devlet adamı ve komutanı olan Romalı tarihçi Polybios, insanların korkuyla ve umutla yönetildiklerini saptamıştır (bak. Alâeddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, Ankara, 1996, Bilim ve Sanat Yayınları, s. 195). Clausewitz gibi kimi düşünürlere göre, “politika savaşın ağırlaştırılmış, savaş politikanın hızlandırılmış biçimi” olduğuna göre, bundan “insanlar korkuyla ve umutla savaştırılırlar” çıkarsamasında bulunulabilir. Durum ne kadar umutsuzsa, insanların delice umutlarına seslenen görüşlere (onları eleştirel düşünceden geçirmeden) o kadar kulak vermeye hazır olmaları, savaşa katkıda bulunan psikolojik durumlardan biridir.

14) Thomas Hobbes, Leviathan, çev. Semih Lim, İstanbul, 1993, Yapı Kredi Yayınları, s. 93’te Hobbes, doğa durumunda “eşitlikten güvensizlik doğar” deyip, güvensizlik ortamında insanların “birbirlerini yok etmeye veya egemenlik altına almaya” çalışacaklarını yazmaktadır.

15) Çağımızın eşitlikçi yapılı ilkel toplulukları arasında şiddet, saldırganlık, hatta savaş örnekleri için bak. David Riches (der), Antropolojik Açıdan Şiddet, çev. Dilek Hattatoğlu, İstanbul, 1989, Ayrıntı Yayınevi, 111. Bölüm’deki yazı, özellikle s. 74’teki “Bu paganlar arasında savaşın oyun olmadığını gösteren pek çok kanıt var” sözü. Tarihsel Neolitik topluluklardan kalan en çarpıcı buluntu, bilindiği gibi, 1981’de Tirollerde bulunan, “Ötzi” adı verilen kişinin donarak değil, okla vurularak öldürüldüğü (neden sonra) ortaya çıkarıldı. “Ötzi olayını” inceleyen bilimciler ekibinin başkanı Konrad Spindler, The Man in the Ice (Landon, l 995) adlı kitabında (s. 25l-253’te) Ötzi’nin ölümüyle ilgili olasılıklar üzerinde dururken, Neolitik’te gruplar arasındaki çatışmaların savaş biçimini aldığını kuşkuya yer bırakmayacak biçimde ortaya koyan bir başka buluntudan söz etmektedir: Buna göre, l983’te Güney Almanya’da Tallheim’a yakın bir yerde İÖ 6. binyıldan kalma bir toplu mezar ortaya çıkarılmıştır. Boyutları 3×1,5x 1,5 metre olan bu ölüm kuyusundan 34 kişinin kemikleri çıkarılmıştır. Tüm göstergeler, l6 çocuktan ve l8 yetişkinden oluşan kurbanların, üzerindekiler “soyulduktan sonra”, taş, balta ve küt sopalarla öldürülüp kazılan çukura atıldıklarını ortaya koymaktadır. Öldürülenlerin kaçabilenler ve (çukurda l-12 aylık bebek kemiklerinin

bulunmamasına dayanılarak yapılan çıkarsamaya göre) “kaçırılan” bebekler dışında çukurun yakınındaki köyün tüm halkı olduğu düşünülmektedir. Bu ve çukurda hiçbir eşyanın bulunmaması kıyımın (katliamın) talan ve belki de (işgücü sağlamak için) çocuk kaçırma amacıyla yapılmış olabileceği ileri sürülmektedir.

16) Kitabı Mukaddes, bir heyetçe çevrilmiştir, İstanbul, l981, Kitabı Mukaddes Şirketi Yayını, “I. Samuel”, 8. Bab, 4-8.

17) “I. Samuel”, 8/19-20.

18) Bak. Webster’s Encyclopedic Dictionary (1989 baskısı) ile Redhouse Sözlügü (1994 baskısı) “horde” maddeleri ve İsmet Zeki Eyüboğlu, Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü, İstanbul, 1991, Sosyal Yayınları, “ordu” maddesi. Moğol kökenli olduğu bildirilen bu sözcük Türkçeye ve İngilizceye geçmiş görünüyor. “Altınordu” olarak bildiğimiz göçebe çoban konfederasyonuna İngilizcede “Golden Horde” denmesi de ordu, sürü, savaş iç içeliği olgusunu yansıtmaktadır.

19) Bak. Franz Oppenheimer, Devlet, çev. A. Şenel ve Y. Sabuncu, İstanbul, 1997, Engin Yayıncılık, özellikle “İlkel Fetih Devleti” bölümü, s. 82-l 05.

20) Friedrich Nietzsche, Thus Spake Zarathustra, s. 62-3’den McNall Burns, Çağdaş Siyasal Düşünceler 1850-1950, s. 254. Nietzsche’de savaş kavramı üzerine Türkçe kaynaklardan birkaçı bak. Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, çeşitli çevirileri; Didem Özdemir, “Nietzsche”, Cumhuriyet Bilim Teknik, 7 Ağustos 2003; Sarp Erk Ulaş (der.) Felsefe Sözlüğü, Ankara, 2002, Bilim ve Sanat Yayını, “Savaş ve Barış felsefesi” maddesi ve “Nietzsche: Kayıp Bir Kıta”, Cogito, İstanbul, 2001, YKY.

21) Jacques Soustelle, The Daily Life of Aztecs, çev. Patrick O’brian, Middlesex, 1964, Penguin, s. 16-23.

22) Azteklerin insan kurbanını insanca bulmayan İspanyol fetihçilerin, insanlık ve Hıristiyanlık adına yaptıkları ne kadar insancaydı? Onlar da kendilerine insan kurban edilen Aztek tanrılarının altın yontularını, sözde pagan inançları unutturmak için eritmişlerdi. Böylece elde edilen tonlarca altını Eski Dünya’ya aktarmaları asıl amaçlarının ipucunu verir. Ayrıca kendilerine direnenlerle Hıristiyanlığa geçmeyenleri “ruhlarını kurtarmak” amacıyla yok ettiklerine inanmaları Aztek savaş ideolojisininkiyle aynı kapıya çıkıyordu.

23) Bak. Robert H. Lowie, The Origin of the State, New York, 1962, Russell and Russell, s. 27.

24) Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı (Meali), Ankara, 1987, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını, “Enfal” suresinin 39. ayeti.

25) “Tevbe” suresi, 5.

26) “Muhammed” suresi, 35; ayrıca Bak. “Bakara”, 191 ve 251; “Maide”, 51; “Enfal”, 65; “Tahrim”, 9.

27) Örneğin bak. “Bakara”, 192 ve 256; “Nisa”, 90; “Enam”, 108; “Kafirun”, 6.

28) Tek tanrıcı dinde dinsel inançlardan bir savaş ideolojisi çıkarma eğilimi kılıçlı peygamberlere ve cihat ordularına sahip Müslümanlığa özgü değildir. Bundan, sevgi vaaz eden peygamberleriyle ve misyoner ordusuyla barışçı bir yayılma yolunu tuttuğu söylenen Hıristiyanlık da yakasını kurtarabilmiş değildir. Bu gerçek, Haçlı Seferleri kadar Hıristiyanlar’ın Yahudiler’e karşı tutumunda da sırıtmaktadır. Ve bu yolda geliştirilen bazı Hıristiyan inançları akıllara durgunluk verecek, vicdanları zorlayacak denli saçma ve acımasızdır. Örneğin ortaçağda Hıristiyanlar “aşai rabbani” (tanrısal aş) töreninde kullanılan mayasız ekmekler üzerinde Microcaccus pradigius bakterisinin üremesinin ürünü olan kırmızı küfü görünce Yahudi mahallelerine pogrom denen soykırım akınları düzenliyorlardı. Bunun nedenini şöyle haklı göstermeye çalışıyorlardı: Yahudi çocukları, elleri başlarına yapışık doğar. El bitişik yerden kesilerek ayrılır. Ama kesilirken elde ve başta oluşan yara ancak İsa’nın iyileştirici kanı sürülerek kapanır. Bunu bilen Yahudiler, İsa’ya işkence ederek kanını akıtırlar. Mayasız ekmeklerdeki kırmızı lekeler bunu gösterir. Pogromlor İsa’yı Yahudiler’in işkencesinden kurtarmak içindir; bak. Thomas F. Gosset, Race: The History of an Idea in America (1955), s. l 2’den Alâeddin Şenel, Irk ve Irkçılık Düşüncesi, Ankara, 1993, Bilim ve Sanat Yayınları, s. 48d.

29) ŞIrk ve ırkçılık Düşüncesi, s. 104.

30) Bugün Neanderthalensis insanının araç takımının, bir zamanlar sanıldığı gibi sapiens’inkinden kaba olmadığı, aynı (Mousteryan) endüstriyi (teknolojiyi) kullandığının saptanmasıyla anlaşılmış bulunuyor.

31) McNeill, Dünya Tarihi, s. 82 vd.

32) McNeill, Dünya Tarihi, s. 88 vd.

33) McNeill, Dünya Tarihi, s. 93 ve 367.

34) Siyasal Düşünceler Tarihi, s. 281.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder